Hafızamızı ne kadar zorlasak ta çocukluk yıllarıma ait bayramları hatırlamakta güçlük çekiyoruz, pek çok arkadaşımızın “Çocukluğumda yeni pantolonum, kırmızı ayakkabılarım, yeni alınmış ayakkabılarım ile bayram sabahı kardeşlerim ve arkadaşlarım ile birlikte kapıları çalar şeker-mendil toplardık” şeklindeki anıların hiç birisine maalesef sahip değiliz.

Rahmetli babamın devlet memuru olması münasebeti ile yerleşik bir düzenimiz olmadığından “hadi bakalım bayrama amcamları, teyzemleri ziyaret edelim” şeklinde bir lüksümüzde olmadığından gençlik yıllarına dair bir tarafın “Ramazan” diğer tarafın” Şeker” dedikleri bayrama dairde pek fazla hatıramızın olmadığını söylemem lazım.

Bizim bayramlar ile ilgili anılarımız 1989 yılından itibaren başlar, 1989 yılında evlendik kendimize ait dört katlı bir binada kardeşlerimiz ve o dönemler yaşayan anne ve babalarımızla bir arada yaşamak gibi harika bir süreçte abim bizden biraz uzakta en büyüğümüz olan ablamda Almanya’da olsalar da kalabalık bir şekilde hep beraber nerede ise 20 yıl bir arada olduğumuz güzel günleri hatırlıyoruz.

Ramazan bayramına birkaç gün kala bayram telaşının başladığını daha doğrusu son derece sakin bir şekilde gitmesi gerektiğini düşündüğümüz sürecin annem ve babam tarafından “ tatlılar nerede, kapıyı çalacak çocuklara vereceğimiz şeker ve çikolataları aldınız mı, bizi ziyarete gelecek misafirlere gerekli ve yeterli müştemilatı getirmediniz mi.?” şeklinde orta çaplı bir kriz çıkartılırdı.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi dört katlı bina, aç kaldım derdi yok acıktığınızda bir evde yemek yoksa diğer evde mutlaka karnınız doyuyor, Evde kimse yok dışarıda kaldım derdi de yok dairlerin birinin kapısını çalıp kendinizi yumuşak bir çekyatın üzerine atabilmek gibi muhteşem bir seçenek her zaman mevcut.

Bayram günü rahmetli babamın daha gün ışımadan kapının ziline dayanıp “Hadi uyanın bakalım bayram namazına  az kaldı” ikazını alır almaz sanki dışarıdan bir elektrik enerjisi almış gibi dakikalar içerisinde namaza hazır hale gelmenin keyfini ömrümüz oldukça unutmak ne mümkün..

Namazdan geldikten sonra baba evinde bir sofra etrafında en az 20 kişi ile birlikte sabah kahvaltısı yapmanın hazzı nasıl anlatılır, nasıl ifade edilir bu zamana kadar cevabı bulmuş değiliz.

Kahvaltı sonrası büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpülür başta kayınvalide ve kayınpeder olmak üzere bir gün önceden listelenmiş olan ziyaret edilecekler için yola çıkılır ve mümkünse eve erken dönülmeye çalışılırdı.

Eve erken dönmenin sebebi şuydu, akrabalar arasında yaş olarak babam ve annem aşağı yukarı en üst kategoride bulunuyordu, bu yüzden kendilerinden küçük olan ne kadar eş-dost-akraba varsa bizimkileri ziyarete gelir bizde onların vesilesi ile uzun zamandır göremediğimiz akrabaları görmenin mutluluğunu yaşardık.

Böylesi harika zamanların bir ömür boyu sürmesi bilindiği gibi mümkün değil, zira bir sabah işyerinde iken aldığımız haber üzerine eve geldik ki babam biz evden çıktıktan kısa bir süre sonra kalp krizi geçirerek vefat etmiş.

Bir zaman sonra en küçük kardeşimiz geçirdiği bir trafik kazası sonrası yakalaşık on gün kaldığı yoğun bakımdan çıkamayınca bizleri özellikle de annemi çok büyük acılar içerisinde bırakarak ebediyete intikal etti.

Evin En büyüğünü ve en küçüğünü kaybetmenin derin acısını yıllar yılı içerimizde yaşamaya başlamışken yıllar sonra aniden rahatsızlanan annem hastanede yaklaşık bir hafta yatmış Cuma günü görüştüğümüz hastanenin başhekimi “-Abi inşallah yarın akşama doğru annemizi taburcu edeceğiz, Allah canına sağlık versin olağanüstü bir sıkıntısı yok” demesi üzerine cumartesi gününü özlemle beklerken aynı gün akşam saatlerinde annemin hastanede vefat ettiği haberini alınca hepimizin dünyası başına yıkıldı.

Annemin ölümünden sonra “merhaba “ dediğimiz ilk ramazan bayramında kapımızı bir Allah kulu açmadı, o zamana kadar babam ve annem için hemen her bayramda ziyarete gelenlerin onların olmadığı zamanlarda gelmemesi çok normaldi zira bizde onlara gitmiyorduk ve anladık ki bu kadar insanı bir arada tutan ve tutkal vazifesi gören yapı annem ve babammış.

Babam ve küçük kardeşimin vefatından sonra annemin de bu dünyadan ayrılması bayramları da bir anda “Tatil günleri” durumuna getirdi, “Nasıl olsa bize kimse gelmiyor bizde kimseye gitmiyoruz” kolaylığından ve bahanesinden yola çıkarak bayrama bir hafta kala çoğunlukla Akdeniz ve Ege bölgelerine tatile gitmeye, dolayısı ile bizi biz yapan değerlerden de her geçen gün biraz daha uzaklaşmaya başlamıştık.

Okuyucularımız şimdi “Bundan daha kötü bir şey varmı.?” Şeklinde bir soru yöneltecekler ve bizde maalesef “Evet bu yaşadığımız anlamsızlıklardan daha kötü bir şey var” diyeceğiz ve hepsinin önüne 2020 yılının mart ayından itibaren karşı karşıya kaldığımız korona salgınını koyacağız.

Geçtiğimiz Ramazan ayını Derince ilçesindeki evimizde tek başına hiç kimse ile görüşmeden sessiz sedasız iftar ve sahur yaparak geçirdik, ramazan ayı sonrası bayramda da zaten sokağa çıkma yasağı olduğundan yerimizden kıpırdayamayınca “Bu sene böyle geçti inşallah gelecek yıl daha rahat bir ramazan ve arkasından bayram yaparız” diye düşünmüştük.

Bu ramazan ayı başladığında salgının geçen yıla göre bırakın azalmasını kat be kat arttığına şahit olduk, Var olan önlemler ile salgının önüne geçilemeyeceği anlaşılınca hepimizi evlere hapseden 17 mayıs tarihine kadar olan kapanma kararı alındı.

Bugün bayram ama sokağa çıkma yasağı var, Hoş sokağa çıkma yasağı olmasa da kimseyi görecek yada ziyaret edecek durumumuz yok, Salgın olmasa çok büyük ihtimal şu sıralarda Ege bölgesinin bir sahil kasabasında elimizdeki cep telefonuna bakarak “Ah-Vah” çekecektik.

Dolayısı ile yazımıza başlık olan “Bayram gelmiş neyime/Kan damlar yüreğime” ifadesi sanki tamda bu anlar için söylenmiş bir ifade şekli olarak duruyor, bu gidişle de yaşadığımız zaman zarfında da bir anlam ihtiva etmeyecek.

Yine de bayramınız mübarek olsun..