Yaş ilerledikçe ve ilerleyen yaş vesilesi ile insanın kendi kendisini dinlemeye, anlamaya daha fazla zaman ayırması ile birlikte yaptığı muhakeme sonucu ister istemez “Değerleri ile diğerlerini “ ayırmayı bir vatandaşlık vazifesi olarak gördüğü günler içerisindeyiz.

Bizim milletin oldum olası kendi değerlerini küçümseyen ama dışarıdan gelen herhangi bir akımı sanki bulunmaz Hint kumaşı edası ile sahiplenme alışkanlığı yüzyıllardır devem eder gider. Ancak daha entel görünmek adına bin bir kılığa giren yurdum insanının, hemen yanı başında duran değerlerimizden birisinin de farkına vardığında anında "Yahu boş verin dışarıyı, bakın bizim gül gibi değerlerimiz var" demekten de asla geri kalmadığını artık bilmeyen, görmeyen, duymayan da yok gibidir.

Bir arkadaşımızın daveti üzerine son derece nezih bir ortamda iken ve kendisine göre bulunduğu noktadan biraz daha yukarıya doğru çıkmaya ve sınıf atlamaya meraklı arkadaşlarımızdan birisi "Klasik müzik dinlemelisiniz. Pavarotti’nin CD’lerini almalısınız ki kendinizi aşasınız" diye sallamaya başladığı anlarda, Allah’ın işi dünyada eşi benzeri olmayan sesi ile Selda Bağcan’ın söylediği ve büyük sanatçı Arif Sağ’ın da katkı sağladığı;

Karanlık bir gece yol görünmüyor

Yürüyorum dikenlerin üstünde

Kara çalı bana geçit vermiyor

Yürüyorum dikenlerin üstünde

türküsü yankılanınca Pavarotti hayranı arkadaşımız bir an da ani bir refleksle "Ya boş verin Pavarotti’yi bilmem kimi, dünyada ne bu türkü gibi türkü yok, bu türküyü bu kadar güzel söyleyen sanatçı da yok, açın bakalım müziğin sesini" dedikten sonra avazı çıktığı kadar türküye eşlik etmeye başladı.

Herkesin yolunun bir şekilde kesiştiği "Yürüyorum dikenlerin üstünde" türküsü üzerine başlayan derin sohbetin başlamasından kısa bir zaman sonra iş döndü dolaştı, "Bu zamana kadar ideoloji dolayısı ile bizi ayrı ayrı kamplara böldüler. Ben Ahmet Kaya’nın eserlerini gizli gizli dinlerdim. Aslında ben her ne kadar solcu olsam da Ozan Arif’in memleket kokan türkülerinin tamamını ezbere bilirim. Dünyada Sebahat Akkiraz’ın üzerine ses tanımam, Mustafa Yıldızdoğan’a gereken değer verilmedi, Zülfü Livaneli’yi abim gibi severim, keşke Cem Karaca yaşasaydı. Şu Nurettin Rençber türkülerini hangi saatte hangi ruh hali ile yazıyor" şeklindeki en az 50 yıllık bastırılmış itirafların bir bir orta yere saçılmasına kadar dayandı.

Kabul etmek gerekir ki biz de çok uzun bir süre peşinden koşturulduğumuz ideolojiler dolayısı ile Anadolu’nun bağrından çıkan sanatçılarımızın birbirinden güzel eserlerini önce kendimize, sonra da sözümüzün-nazımızın geçtiği herkese yasaklamakla, bu yasağa uymayanları da vatan hainliği ile suçlamış bir gelenekten geliyoruz.

Halbuki bu millet yüz yıldır bulunduğu şartlar bakımından zaten dikenlerin üzerinde yürümeye mecbur ediliyor. Yüzyıldır hemen her noktada ki kara çalı milletimizin ayağına dolanıyor, Bu millet yüz yıldan fazladır karanlık bir gecede yürümeye mecbur edildiği ive görmediği bir yolda yürütüldüğü için bir türlü tünelin ucundaki ışığa ulaşamıyor.

Dünyada, özellikle de Avrupa’da çok az sayıda eser vermiş olsa bile sanatçılar el üstünde tutuluyor. Sanat yapabilmeleri için kendilerine devletin bütün imkanları sunulurken, bizim memlekette şarkı-türkü söylediği için, kitap yazdığı için, tiyatro-sinema yaptığı için uzun yıllar cezaevlerinde çile çekmek zorunda kalan bir iklimden geçmek zorunda kaldık.

İşin kötü tarafı hakim zihniyet sanatçının sağcısına-solcusuna-İslamcısına-muhafazakarına-milliyetçisine yani sanatçının-düşünürün fikrine zikrine bakmadan “bu sanatçı yazdıkları ile söyledikleri ile benim tahtımı sallamaya başlıyor” diyerek anında yargılayıp zindanlara atıyor.

Sabahattin Ali suçlu, Atsız suçlu, Ozan Arif suçlu, Cem Karaca suçlu, Can yücel suçlu, Peyami Safa suçlu, rahmetli Levent Kırca suçlu, Müjdat Gezen suçlu, Bedri Baykam suçlu, Osman Yüksel Serdengeçti suçlu, Tarık Akan suçlu, Nazım Hikmet suçlu, Necip Fazıl suçlu, Ahmet Arif suçlu.

Daha açık bir ifade ile bugünlerde eserleri milletin dilinde marş gibi bilinen ne kadar sanatçı varsa, alayı suçlu olarak bir şekilde tezgahtan geçmiş durumda.

Yukarda isimlerini yazdığımız ancak yer darlığı dolayısı ile bu isimlere ilave edeceğimiz sanatın hemen her kolundaki daha binlerce, on binlerce insan yıllar yılı dikenlerin üzerinde yürümeye mecbur bırakılmış, dikenlerden kurtulalım derken hayatlarının her anında ayaklarına dolanan kara çalılar, bu insanlara kendilerini ifade edecek yolu açmalarına imkan tanımamışlardır.

Bugün eserleri milyonlarca insan tarafından okunan Nazım Hikmet'in, Kemal Tahir'in, Rıfat Ilgaz'ın, Orhan Kemal'in, Kerim Korcan'ın, Mihri Belli'nin, Hasan İzzettin Dinamo'nun, Zekeriya Sertel'in, Şevket Süreyya Aydemir'in ve 1940'lı 1950'li yıllarda yazdıklarından dolayı uzun sayılabilecek bir süre hapishanelerde kaldıklarını bugünkü nesillere anlatmaya kalksak, muhtemelen bizi şaka yapmakla suçlayacaklardır.

1940'lı yıllardan 1960'lı yıllara kadar, kısa süreli olarak birçok kez hapishaneye giren Necip Fazlı Kısakürek’in;

Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!

Baba katiliyle baban bir safta!

Bir de, geri adam, boynunda yafta...

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

Kavuşmak mı? ..

Belki... Daha ölmedim!

Avlu... Bir uzun yol...

Tuğla döşeli,

Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

Git ve gel... Yüz adım...

Bin yıllık konak.

diye başlayan ve okuyanı ağlatan “Zindandan Mehmed’e mektup” şiiri ile 1951 ve 52 de iki kez tutuklanan Ahmed Arif’in;

Seni, anlatabilmek seni.

İyi çocuklara, kahramanlara.

Seni anlatabilmek seni,

Namussuza, halden bilmeze,

Kahpe yalana.

şeklinde başlayan 'Hasretinden Prangalar eskittim' isimli başucu kitaplarının da buram buram hapishane koktuğunu anlatmaya gerek bile duymuyoruz.

Bizim yıllar yılı duygularımızı bastırmamıza ve açığa çıkarmamıza sebep olan bütün duyguları salıverdik. Güzel olan iyi olan ne varsa onun yanında olmak gibi bir gerekliliğin geçte olsa farkına varan bir vatandaş olarak, bundan sonra dikenlerin üzerinde yürümek, ondan daha da önemlisi ayağımıza dolanmaya çalışan karaçalılar ile uğraşmak gibi bir saçmalıkla vakit kaybetmeyeceğimizi çok iyi biliyoruz.

Etrafımızdaki dostlarımıza da aynı temenni ve tavsiyelerde bulunuyoruz, zira vakit her geçen gün daralıyor.