Merhaba dostlar; bugünkü yazımın özü insanların ruhuyla, gönlüyle, gönül gözüyle ilgili olacaktır. İnsanlar, yeryüzünde var olan birçok canlı türünden birisidir. Öyle canlılar ki biri olmadan diğerinin var olma şansı da yoktur. İster doğa diyelim, ister ilahi güç diyelim; her iki farklı görüşü de dikkate alırsak her ikisine de uyan bir düzenin kurulmuş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sonuçta yer kürede hatta evrende muazzam bir sistem kurulmuş ve tüm varlıklar bu sistem üzerinden muazzam bir şekilde çalışmaktadır. Hatta sistemin birisi ufacık bir arıza verdiğinde inanılmaz sonuçları ortaya çıkıyor.

Buradan da anlayacağımız şu olmalı: Bu kurulmuş sistematiğin özünü değiştirmeden yaşam kalitemizi yükseltmek için neler yapabiliriz onu planlamamız ve ona göre davranışlar gerçekleştirmemiz gerekir diye düşünüyorum. İnsanların yaşamları iki temel kurguyla sürmektedir. Birisi maneviyat, diğeri ise, maddiyattır.

Şöyle bir düşündüğümüzde insanlığın her ikisine de gereksinimi olduğunu görebiliyoruz. Manevi kısımda inançlarımız vardır. Hani o görmeden ama hissederek yaşadığımız o güçler işte maneviyatımızın ta kendisidir. Örneğin, tanrıya inanç! Tanrının varlığını hissederiz. Ona inanırız.

Hangi dinden olursak olalım fark etmiyor, yeryüzündeki ya da evrendeki olup bitenin tanrı gücüyle gerçekleştiğinde hem fikir olunur. Bu inancın bir kısmı da yine maddiyatla ilişkilenmiştir.

Zekât vermek, gibi! Senin tanrın, benim tanrım denmez. Herkes aynı hisle bakar. Ve kutsiyeti sorgulanmaz. Demek ki tanrı inancı maneviyatın özünü oluşturuyor. Bir başka örnek daha verebiliriz: Aşk, sevgi gibi manevi kavramlar da özelinde maddiyat değildir. Hissedilir, yaşanmaya başlanınca maddiyatla bütünleşir. Demek ki maneviyat ve maddiyat bir birini tamamlayan kavramlardır.

Şimdi de maddiyata bakalım: Maddiyatın özü maddedir. Yani gözle görülen, elle tutulan ve hissedilen bir varlıktır. Zaten bilimsel gelişimlerin özü de maddeye dayanak değil midir? O halde bilimden, fenden, teknolojiden ve insanoğlunun gereksinim duyduğu her şeyden uzak kalamayız.

Çünkü onlarla varız. Hele hele şu mikro organizmalar savaşlarının yaşandığı yer kürede şu anda en çok gereksinim duyduğumuz şey bilim değil midir? Bilimden uzak kalmadan büyük bir inanç ve özveriyle yapılan çalışmalar, yani maddeyle maneviyatın birleştiği anda başarılar kaçınılmaz oluyor. Yakında bir bayram yaşadık. Buruk, kırık, üzgün, boş alanlar, belki bir kısmı yapmacık davranışlar.

Oysaki yüz yıllık bir birikimin gücünü bu şekilde mi kutlamalıydık? Tabi ki değil. Ama işte burada da yine maneviyat devreye giriyor.

Diyebiliyoruz ki; her ne kadar maddi varlıklardan uzak kalmış olsak ta manevi gücümüzle, bağlı olduğumuz aşkla, yok olmayacak sevginin gücüyle dolu dolu bir bayram yaşamaya gayret ettik. Yine KORONA belasından dolayı, manevi inançlarını bile rahatça yapamıyor insanlar.

Camilerimiz kapalı, Kâbe kapalı, önceki gibi açık iftar sofraları kurulamayacak belki ama insanlar inançlarını yaşamayacaklar mı? Maneviyatları son mu buldu? Tabi ki hayır! Belki öncekilerden daha çok inançla yapacaklardır yapmak istediklerini. Bundan da şunu anlıyoruz ki, maneviyatlar genellikle insanların içlerinde olmalı, vicdanlarında yaşanmalı. Zaten öyle de oluyor.

Gerçek inanç sahipleri gösterişlerden uzak, özellerinde gerçekleştiriyorlar bu gibi manevi duygularını. Maddi işleyişi de azıcık irdeleyelim istiyorum. Maddi olgular ve olaylar, vicdanlarda, kalplerde yaşandığı gibi, açık olmak zorundadır.

Çünkü gelişmeler anlık durumlarla ilgili olabiliyor ve insanlığın genelini ilgilendiriyor.

Örneğin; dünyanın gözü kulağı şu anda her hangi bir ülkeden gelecek aşı ya da ilaç haberine çevrilmiştir. Bunun içeride saklanabilmesi gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Muhakkak ki olamaz! Her ne kadar her şeyden uzak kalırsak kalalım, her ne kadar canlı yaşayamasak yaşayamayalım birçok şey gönlümüze yer etmiştir. Asırlar geçse de silinemeyecek bir yere yerleşmiştir. Mesela bir ülkenin kurucusunu düşünelim.

100 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk izini ve adını gönlüne kazımış bir ulusun, bu kavramı sonlandırılması beklenebilir mi? Tabi ki beklenemez! Milli Egemenliğin hissiyatı hem manevi hem maddi yerini asla terk etmeyecektir.

Mustafa Kemal Atatürk ne demişti: "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır (yaşayacaktır)."

Demek ki bazı şeyler gönüllere kazındı mı onun yok olma şansı asla olmuyor. Olsun sevgili dostlar, meydanlar boş olsun, alanlarda kimseler olmasın, evlerimizde yalnız kalalım ama gönüllerimiz dolu olsun. İnançlarımız yok olmasın. İnanarak var olmanın, bir olmanın, dayanışmanın ve yardımlaşmanın önünü açalım.

Kalplerimizi sevgiyle, aşkla dolduralım. Gönüllerimiz dolu olsun, yeter!