Tüm İslam dünyasının yeniden merhaba dediği mübarek ramazan ayı içinde bulunduğumuz şu günlerde birçok kutsalın olduğu İstanbul metropolünün keşmekeşinden hala inanmadığım ve abartılıp, ekonomi başta olmak üzere, sosyal yaşamı bitiren pandemi yasaklarının sözde önlemlerinin getirdiği yasakların boşalttığı yolların avantajını fırsat bilip, o keşmekeşten bir anda çıkıp, kendimi bulduğum tepede türbe denilen ve dev bir insanın yattığı söylenen alanda, kendimi buluyorum.


Günü birlik birçok tepesini ziyaretlerde bulunduğum ve Yeditepeli denen dünyanın en güzel kentlerinden olan İstanbul'un o hep anılan halini, trafiği, betonu, yoğunluğu, bir depremle yerle bir olacak gecekondularını, gökdelenlerini geride bırakıp, bir anda kendimi bulduğum alanın, Hristiyan ve Yahudi dünyası içinde çok önemli bir alan denen yerde buluveriyorum.


Ve bir anda kendimi tarihçi sanıp, bulunduğum yer hakkında araştırmaya giriyor, Hz. Yuşa, yani diğer adı ve anlamı ile  Yûşa (Yeşu) olan İbrânîce aslı, “Tanrı kurtuluştur” veya “Tanrı kurtarır” anlamına gelen Yehoşua’dır (Yeoşua). Tevrat’a göre aslı Hoşea olan bu ismin zamanla Yeşua biçiminde kısaltıldığ ve bu isimin Arapça’ya  Yûşa diye geçtiğini de öğreniyorum.


Yeşu ismi ilk defa, Mûsâ önderliğinde İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışını takiben Sin çölündeki Refidim’e gelmeleri sırasında tarih sahnesine çıktığını, Refidim’de İsrâiloğulları ile savaşan Amalek’e (Amâlika) karşı Mûsâ, Yeşu’yu görevlendirildiğini ve Yeşu Amalek’i yendiğinde bu tepede Hz. Yuşa'nın 17 metrelik mezarının bulunduğu, bu mezarın olduğu camili bahçede ki akmayan çeşmelerinde elimi, yüzümü yıkayamasam da kutsal denen alan da birçok şey öğreniyor ve benim gibi buraya neden geldiklerinden bihaber olanlarla birlikte mezar denen kabrin üzerindeki güllerden ikisini koparıp, alıp, sanki suç işler gibi gizlice kalbimin üzerindeki cebime koyup, duamı edip çıkıyorum.


Yeşillikler içinde sığındığım Kız Kuleli sarışın limandan ayrılan ve kanal kardeşinin geleceği söylenen, mavi boğazı geçip, doğalgaz bulunduğu söylenen ama bu bulunmanın da birçok şey gibi unutulduğu Karadeniz'e geçen gemileri izlerken, 195 m. rakımlı Boğaz’a hâkim, 3. Köprünün tepesinde Yuşa tepesi tarihin eski devirlerinden beri çeşitli inançlarda kutsal kabul edilmiş ve burada şu an çoğu ortada olmayan, olanlarında ise birçok yerdeki tarihi eserler gibi yıkık, dökük olduğunu üzülerek görürken, Yuşa tepesindeki mezardan ilk bahseden kişi memleketim Ardahan'a meşe Ardahan adını veren Evliya Çelebi olduğunu öğreniyorum. 


Benim gibi çok gezdiğini bir kez daha anladığım Evliya Çelebi'nin Seyahatnâme’sinde Yuşa tepesini ve Yûşa‘ nebîyi ziyaret ettiğinden söz ederek bu tepede Yûşa‘ın mezarının, bir tekkenin ve “fukara”sının bulunduğunu ama Yuşa tepesindeki mezarın Yûşa‘ peygambere aidiyeti inancı yaygın olmakla birlikte Hz. Mûsâ’nın yardımcısı olan Yeşu’nun Beykoz’a gelmediğini, gerçek mezarının Nablus veya Halep yakınlarında bulunduğunu, Yuşa tepesindeki kabrin ise evliyadan veya havârilerden birine ait olabileceğini kaydettiğini de öğreniyorum.

Arapça bilmedikleri halde gittikleri camilerde imam ne derse amin diyen, neye, kime dua ettiklerini çokta bilmeyen ama Konya/Akşehirde gittiğim Nasrettin Hoca'nın mezarından bile medet umup, umut bağlayan ve oradan çıkıp, Saros, pardon Yoros kalesinin  bulunduğu tepeye çıkıp, selfie çekmek yarışı içindeki birçok insanı izlerken..