Mustafa Sagır, işgal ve milli mücadele yıllarında, önce İstanbul’a gelmiş ve kendisini Hint müslümanlarının temsilcisi olarak tanıtmış bir kişi. İ

stanbul günlerinde; milli mücadelecilerle iyi ilişkiler kurmaya çalışmış, fakir ve düşkünlere çeşitli yardımlarda bulunmuş, hatta güven kazanmak adına, kaldığı binanın girişine, “uhuvvet-i islam cemiyeti” diye bir yazı dahi asmıştır. 

Kurduğu tiyatronun daha da güzel sahnelenmesi için, İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından düzmece bir planla 18 gün hapise atılmış, bu sayede mağduru oynayarak, millici çevrelerin güvenini daha fazla kazanmıştır.

İstanbul’dan sonra Ankara’ya geçmiş, hatta Mustafa Kemal Paşa ile görüşüp, Hint Müslümanlarının topladığı 3 milyon altını, en kısa zamanda Ankara Hükümeti’ne ulaştıracağının haberini vermiştir.

Ankara günlerinde Mehmet Akif Ersoy’un evinde kalmış ve tüm görüşmelerini ve mektuplaşmalarını burada yapmıştır.

Eski bir Teşkilat-ı Mahsusa ajanı olan Mehmet Akif, Mustafa Sağır'ın konuşmalarından şüphelenip, mektuplarındaki satır aralarının fazla geniş olmasınada dikkat edince, konuyu istihbarat birimlerine iletmiştir.

Ele geçirilen mektupları özel ilaçlı bir su ile inceleyen kimyager Avni Refik Bey, satır aralarına gizli mürekkep ile yazılmış şifreli yazıları ortaya çıkarır. Mustafa Sagır’in casusluğu gün yüzüne çıkmıştır.

Kendisi de reddetmez.

Şehzadeler arasında Milli Mücadeleye desteği olanları, gizli şekilde Milli Mücadele ve Ankara Hükümeti’ne yardımda bulunanları İngilizlere bildirdiğini, ve hatta imkanını bulunca Mustafa Kemal Paşa’ya suikast düzenleyeceğini itiraf eder. 

Ülkemize kastı ne idi?
Bu ihaneti neden ve nasıl yapacaktı?
Bir Müslüman olarak bu görevi neden kabul etmişti?

Bu soruların cevabı şu olmuştu:
 
“Bu memleketin evladı değilim,vatana ihanetle suçlanamam.Ben Türklerin nimeti ile büyümedim. Beni İngilizler yetiştirdi. Siz yetiştirmiş olsaydınız size de aynı hizmeti yapardım.”

Yargılandıktan sonra, idam sehpasında dahi İngiltere’ye ve majestelerine bağlı kaldığını söyledikten sonra, idamı gerçekleştirilir.

Bundan 100 yıl önce, veya daha da eskiye gidersek, ya da günümüze dönersek karşılaştığımız sorun aynı değil mi?
Milletimizi en hassas yerinden, din üzerinden yönlendirmeye çalışanlar yok mu?. 

Bu yüzden bizi bekleyen önemli bir görev, her müslümanım diyeni müslüman, her hocayım diyeni  de mürşid bellememektir.

Çünkü dinimize en çok zararı, yine dinimizi sahiplenen-çıkarlarına göre kullananlar vermiştir.


ATATÜRK DİYOR Kİ
Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak
olmaktan kurtulamaz. Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler
başka milletlerin avıdır. Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun kesin
kararı ve direnişi kurtaracaktır.
Rahmetli Erbakan hoca da  "bize Ahlak"  diyordu din değil.