Her ne kadar günümüzde pek de karşılık bulamayan bir söz ve bir konu olsa da ben bu konuyu biraz irdelemek istiyorum. Bunun için de bu sözün çıkış noktasından başlamak gerek diye düşünüyorum. Tarihçesi şöyle başlar:

1913 yılında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir.

Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir.

Bir pastane vardır Sofya’da. Diplomatik erkân genel olarak o pastanede kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de orada yapar kahvaltısını.

Bir sabah bir köylü girer pastaneye.

Bohçası vardır yanında, bırakır bir masanın yanına, oturur.

Bir garson gelir, köylü süt ve kek ister.

Garson ise köylünün pastaneden ayrılmasını ister.

İtiraz eder köylü.

Birkaç garson daha gelip tekrarlarlar dışarı çıkmasını.

Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar.

“Senin sattığın sütü ben üretiyorum. Senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastahaneye koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım!” der..

Herkes suspus olur.

Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.

Tüm her şeyi izleyen Mustafa Kemal, küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir.”. Ve ekler:

” KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR”.

Evet, sevgili okurlarım, ta 1900’lü yılların başlarında geçen bu olaydan sonra, Mustafa Kemal’in dehası ve uğraşlarıyla Türk Köylüsü de Türk Milletinin efendisi olur. Çünkü o yıllardan süregelen üretim gerçekliği halen günümüzde de aynı şekilde etkili bir biçimde güncelliğini korumaktadır. Yani beslenme anlamında bir canlının yaşamını sürdürebilmesi için ne gerekliyse hemen hepsi geçmişte olduğu gibi günümüzde de köylülerimiz tarafından üretilmektedir. Hatta korkunç bir şekilde görülen tüm zorluklara karşın bu üretim zinciri sürdürülebilmektedir. Evet, köylümüz üretiyor. Üretiyor ama 1900’lü yıllarda ki gibi değer görebiliyor mu? Ben bu konuda olumsuz düşünüyorum. Köylümüz bu üretim gücüne karşılık yeterli toplumsal ve sosyal değeri göremiyor kanısındayım. Nedenini de şöyle açıklayabilirim:

-Ülkemizde şehirleşme hamleleri sürerken hala hiç de azımsanamayacak kadar köyün ve köylünün olduğunu görebiliyoruz. Bu köyler ve köylülere şehir ortamına giden hizmetin belki de yüzde onu anca gidebiliyor.

-Ülkemizde halen elektrikle, modern su tesisatıyla, asfalt yoluyla, doğal gazıyla, telefon şebekeleriyle, internet ağlarıyla, sulama kanallarıyla vb tanışmamış birçok yerin, köyün ve köylünün olduğunu biliyoruz.

-Birçok köylünün şehir yüzünü göremediğini, eğitimden, kültürden, sosyal hayattan yeterince yaralanamadığını biliyoruz.

-Mevcut turizm, kültür, tarihi eser vb, potansiyellerini ekonomik olarak geri döndürme fırsatı yakalayamadığını biliyoruz.

-En büyük oy potansiyeline sahip olduğunu, sadece seçim zamanlarında iltifattan öteye geçmeyen yalan ve boş vaatlerle oyalandırıldıklarını biliyoruz.

-Köylünün kendi seçtiği vekilinin dokunulmaz olduğunu oysa - asıl olan- köylünün çokça ve kolayca dokunulan bir birey olduğunu da biliyoruz.

-Aslında kendi seçtiği için seçtiği kişinin kendi emrinde olması gerekirken, köylünün emir vererek bir şeyler yaptırması gereken vekilleri tarafından yeri geldiğinde azarlandığını, hor görüldüğünü, telefonlarına bakılmadığını ve sorunlarını iletmek istediklerinde bile ulaşılmaz olduklarını da biliyoruz.

-Kamudan alması gereken destek ve yardımları yeterince ve zamanında alamadıklarını da biliyoruz.

-Kendi ürettiği ürününü dahi kendisinin tüketemediğini, ürettiğini şehirliye sattıktan sonra kendi gereksinimlerini fabrikasyon ve genetiği bozuk, sözüm ona ucuz olarak temin edebildiğini de biliyoruz.

-Ürettiğini satabilmek için birkaç aracı, tefeci ve toptancı tarafından nasıl mağdur edildiklerini de biliyoruz.

-Hele hele günümüzde kredi ile yaşam sürdüklerini, kredisini ödeyemediklerinde tüm değerlerine haciz konulduğunu ve önemli mallarının haczedildiğini biliyoruz.

-Cumhuriyetle birlikte her köyün eğitim ışığıyla aydınlanmaya başladığını ancak geçen zamanla birlikte bu ışıklarının da söndürüldüğünü, eğitime erişmede güçlük çektiklerini de biliyoruz.

-Her gelenin köylüyü toplayıp emirler yağdırdığını da biliyoruz.

-Tarım ve hayvancılık konularında basit ve göstermelik desteklemelerle üretiminden koparıldıklarını, dışa bağımlı bir üretim gerçeğinin içerisine hapsedildiklerini de biliyoruz.

Yani daha yüzlerce sıralayabileceğimiz olumsuz benzer konular varken, “KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR“ sözünün artık bir anlamı kalmadığını, köylünün milletin efendisi mi ya da kölesi mi olduğunu düşünmekten edemiyorsunuz. Elbette ki efendisi olması gerekiyor, ancak buna dair bir ibare ya da bir işaret göremiyoruz.

Ben yine de iyimser bir tablo çizerek “Köylünün milletin efendisi olabilmesinin yolu, yine köylünün kendisinden geçiyor.“ diyorum. Bu da Ancak, köylümüzün Sofya’daki köylü benzeri bir köylü tavrı ve davranışıyla gerçekleşir.

Ne zaman ki seçtiği vekilinin önünde el pençe durmayı bırakıp, vekili köylünün önünde el pençe durursa işte o zaman “Köylü milletin efendisi olur.“

Bu çok mu zor derseniz, bence hiç de zor değil derim. Çünkü düşünün ki bir davanız var ve bir avukatı vekil tayin ettiniz. Avukat size vaat ettiklerini ve sizin istediklerinizi yerine getirmediğinde nasıl ki azledip, vekâletinizi geri alabiliyorsanız, seçtiğiniz her hangi bir vekilinizi de azledebilme şansınız var. İşte bu hakkınızı doğru ve yerinde kullandığınız da milletin efendisi olmamanız için hiçbir nedeniniz kalmayacaktır.

Ben yine de diyorum ki; Türk Köylüsü, Türk Milletinin Efendisidir. Olmalıdır ve olma mücadelesinden asla vazgeçmemelidir.