Geçen hafta resmi bir görev için, daha önce görme fırsatımın olmadığı altıyüz yıllık dost ülke Polonya'ya gittim. Türkiye'nin yarısından daha küçük bir yüzölçümüne sahip ve son zamanlarda oldukça iyi ilişkilere sahip olduğumuz bu ülke, batıda Almanya, güneybatıda Çekya, güneyde Slovakya, kuzeydoğuda Rusya ve Litvanya, doğuda Beyaz Rusya, güneydoğuda Ukrayna ve kuzeyde Baltık Denizi ile çevrilidir.

Benim ziyaret ettiğim Varşova şehri, bu şirin orta Avrupa ülkesinin başkenti olup yaklaşık üç milyon nüfusa sahiptir. Varşova'nın yanı sıra Krakow, Lodz, Posnan ve Wrocklav gibi önemli şehirleri bulunmaktadır.

Tarihi geçmişi sebebiyle doğu ve batı kültürleri arasında sıkışıp kalmış olan Polonya, gerek geniş ormanları ve gerekse büyük tarım arazileri ile oldukça yeşil bir ülkedir.

Resmi dili Lehçe ve yaklaşık kırk milyon nüfusa sahip olan bu Avrupa Birliği ülkesi Avrupa'nın en dindar ülkesi olup, nüfusun yüzde doksanüçü Katolik Hristiyandır.

Ülkenin başkenti olan Varşova düz bir ova üzerine kurulmuş olup, şehrin içerisinden şehre can veren Vistül Nehri geçmektedir. Şehirde ulaşım sistemi son derece gelişmiş olup, geniş caddeleri, düzenli işleyen toplu taşıma sistemi ve yaygın olarak bisiklet kullanımı mevcuttur. Şehir içi ulaşımda bisiklet kullanımını teşvik amacıyla, şehrin neredeyse her yerine devlet tarafından kurulan parklara ücretsiz bisikletler yerleştirilmiştir.

Yazımın başlığı mutlaka dikkatinizi çekmiştir; Polonya tarihine baktığımızda, ülke bu unvanı fazlasıyla haketmektedir. Çünkü, tarihi kökenleri oldukça eskilere giden bu ülke, 1 Eylül 1939'da başlayan Alman işgali sırasında yerle bir edilmiş ve neredeyse taş taş üzerinde bırakılmamıştır.

Hitler'in yönetimindeki bu işgal sırasında, aralarında üç milyon Yahudi'nin de bulunduğu yaklaşık beş milyon kişi katledilmişti. Varşova'nın bütün tarihi yapıları yerle bir edilmiş ve şehir adeta hayalete döndürülmüştü.

İşte böylesine zarar görmüş bir şehir olan Varşova, savaşın sonrasında adeta yeniden bir dirilişin sembolü olmuş, harap olmuş evler ve binalar asıllarına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Bugün şehrin en hareketli ve güzel bölgesi olan ve "Eski Şehir" diye adlandırılan yerdeki tarihi görünümlü binalar, aslında en fazla altmış yıllık birer geçmişe sahiptir.

Stare Miasto olarak da anılan eski şehir, 1983 yılından itibaren UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine alınarak koruma altına alınmıştır. Rengarenk sevimli binalarla süslü bu bölgede, Arnavut kaldırımlı sokaklarda gezmek insana büyük keyif veriyor.

Polonya, oldukça güzel ve değerli olan bal rengindeki amber (ya da kehribar) taşının anavatanıdır. Şehrin her yerinde, kehribardan yapılmış takılar satan yüzlerce mağaza bulunmaktadır.

Diyebilirim ki, bu güzel şehre gelen yabancıların hediyelik olarak satın alabilecekleri en güzel hediyeler, amberden yapılmış takılardır.

Polonya denilince akla gelmesi gereken iki önemli isim var; bunlardan birincisi Marie Curie, diğeri ise dünyaca ünlü piyanist ve bestekar Şopen'dir.

Birçoğunuzun bildiği gibi, Marie Curie Polonya asıllı kimyager ve fizikçidir. Sonradan Fransız vatandaşlığına geçen bu bilim insanı, uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfetmiş ve yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda nobel ödülünü kazanmıştır.

Varşova'nın eski şehir bölgesinde, bu bilim insanına adanmış bir de müze bulunmaktadır.

Asıl adı Frederic François Chopin olan Şopen ise, Polonyalı ünlü piyanist ve bestecidir. Çağdaşlarına göre oldukça farklı bir profesyonel teknikle ve şiirsel zeka gerektiren çalışmalar yaptığı için dünya çapında ün kazanmıştır.

Avrupa Birliği ve aday ülke Sayıştaylarından pekçok Sayıştay başkanının katıldığı Varşova'daki programımızda, diğer ülke temsilcileri ile sık sık sohbet etme imkanımız oldu. Bu sohbetlerin birinde, Sırbistan Sayıştay Başkanı Dusko Pajoviç'le beraberdik. Kendisi tam bir Türk dostu olan Başkan, güleryüzlü ve sıcakkanlı haliyle beni oldukça etkiledi. Öyle ki, kendisi pek çok Türkçe kelimeyi bizim kullandığımız manada biliyor ve bunların Sırbistan'da halen kullanıldığını söylüyordu.

Kendisi aslen Sırbistan'ın Sancak bölgesinden olduğunu söyleyince, ben de Türkiye olarak Sancak bölgesinden et ithal ettiğimizi söyledim. O da, o bölgede hayvancılığın yaygın ve gelişmiş olduğunu ve pekçok "celeb"in var olduğunu söyleyince ağzım açık kaldı. Çünkü, celep kelimesini aynen bizim gibi söylemişti.

Emin olmak için, celebin ne manaya geldiğini sorduğumda, hayvancılık ve bunun ticaretini yapanlara celep dediklerini söyledi. Ben de bu kelimenin, aynen Onun söylediği haliyle, Türkiye'de kullanıldığını söyleyince çok hoşuna gitti ve kahkahalarla gülmeye başladı. Bu sevimli başkan, artık bildiği diğer pekçok Türkçe kelimeyi sıralamaya başladı; dolma, tavan, divan, sarma, kebap, börek...

Öte yandan, Varşova'daki en güzel anılarımdan biri, beni havaalanına götürmek üzere gelen Polonyalı şoförle arabada yapmış olduğum sohbet olmuştu. Önceleri çekingen olan bu şoför, ismini ve birkaç soru sorduğumda açıldı ve muhabbete başladı. Oldukça sempatik olan şoför, Türklere olan hayranlığını ifade ederek, Polonya'lıların Rusları sevmediğinden Amerika'nın Şikago kentinde milyonlarca Polonyalının yaşadığına kadar pekçok konuda bilgiler verdi.

En komik olan da, aksanımdan dolayı, Fransızlar gibi İngilizce konuştuğumu söylemesi oldu. Ne demek istediğini sorduğumda da, "çok hızlı ve akıcı konuşuyorsunuz" deyince rahatladım ve sevindim. İçimden, "Elin Polonyalısı ne bilsin benim Egeli olduğumu, yavaş konuşacak halim yok ya" diye söylenmeden de geçemedim.

Polonya'da bulunduğum süre içerisinde aç kalmasam da, yediğim yemekleri zevkle yediğimi söylemem yanlış olur. Bu nedenle, dönüş yolunda Türk Hava Yollarının sunduğu sıcak yemeğin tadını tarif etmem gerçekten imkansız.

Kim ne derse desin, ben -aynen Ayten Alpman'ın şarkısında olduğu gibi- derim ki;

Havasına suyuna, taşına toprağına,

Bin can feda bir tek dostuma.

Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim,

Bir başkadır benim memleketim...

Esen Kalın....