Aksi bir durum olmadıkça, her akşam işten eve geldiğimde eşim çoktan sofrayı hazırlamış olur ve akşam yemeğini ailecek yeriz.

Geçen hafta bir akşam gene işten çıkıp eve geldiğimde, hep beraber sofraya oturduk. Yemek konusunda mahir olan eşim, o gün gene tüm hünerlerini sergilemiş, mükellef bir sofra hazırlamıştı. Yemeğimizi iştahla yerken, bir taraftan da televizyonda haberleri izliyorduk. "Neyse ki bu gün iştahımızı kaçıracak bir haber yok" derken, birden ekranda yaşlı bir amca ile engelli oğlunun haberi verilmeye başlandı.

Haber, Kayseri'nin Gömeç köyünde yaşayan ve eşini yakın zamanda kaybetmiş 82 yaşındaki ihtiyar Emin Amcanın, çocuk felci hastalığı ile dünyaya gelen 53 yaşındaki oğlu Necip ile sürdürdüğü ibretlik hikayesi ile alakalıydı.

Haberde, ilerleyen yaşına rağmen engelli oğlu Necip ile bir bebek gibi ilgilenen, tevekkül ve kanaat timsali yaşlı Emin Çobanoğlu, yaşadığı zorlu hayatı şükrederek anlatıyordu.

Engelli evladının Allah tarafından kendilerine verilmiş bir hediye olduğunu söyleyen Emin Amca, "Bu çocuk dünyaya geldi, Cenab-ı Allah bir bolluk verdi. Belki biz bu yavrunun getirdiği rızkı yiyoruz. Ondan önce çok düşkündük, fakirdik" ifadelerini kullandı.

Engelli oğluna "Arkadaşım diye hitap eden Emin amca, "Necip iyi. Necip dışarıdaki ahlaksızlardan iyi. Dışarıda haylazlar var ki, tehlike, Allah göstermesin. Anasını, babasını dövüyor. Anasına, babasına küfredenler var. Bizimkinin öyle bir şeyi yok. Bak çocuk orada duruyor. Hiç sıkıntısı yok" sözleriyle konuşmasını sürdürdü.

Bir çok konuda oğlu ile konuştuğunu, sohbet ettiğini, onunla çok güzel vakit geçirdiğini söyleyen Emin amca, "Onu Allah bize hediye verdi. Bana şöyle diyenler oldu; "Ağa o çocuğu götür, devlete teslim et, yurda koy." Yok, öyle bir şey yok. Biz bakabildiğimiz kadar bakarız, bakamadığımız zaman da Cenab-ı Allah’a havale ederiz. Allah’ın verdiği nimet bol. Bu durumdan daha iyi olmaz ki. Rabbim daha ne verecek? Elhamdülillah biz de bunun şükrünü eda edebilirsek ne mutlu. Edemezsek nankörüz" diyordu.

İhtiyar Emin Amca konuştukça lokmalar boğazımıza dizilmeye ve kaşıklar ağzımıza zor gitmeye başlamıştı.

Daha neler demiyordu ki Emin Amca;

"Ben Ona hizmet edeceğim. Niye? O benim canım. O benim parçam. Ben onu hiç kimseye koklatmam. Kimseye de laf söyletmem.

Hiçbir şeyden korkum yok. Sadece, Allah'a iman ile gidememe korkum var.

Ölüm var, ölüm. Aldanma dünyanın malına melaline. En büyük zenginlik kanaat.

Ben maaş para filan istemiyorum. Devletime gitsin, devletim zengin olsun, devletim gavura el açmasın.

Benim şurda 500 milyar param olsa ne olacak. Paranın ne kıymeti var? Parayı ne yapayım ben.  Para nedir, Allah bir rızık veriyor, yiyoruz. Acından ölen var mı? Allah, yarattığının rızkını vermeye kefil. Allah hayırlısını versin."

Haber bittiğinde, ne eşimde ne de bende yemek yiyecek hal kalmamıştı.

İkimizin de gözleri dolmuş, önümüzde duran türlü türlü yiyeceklere bakıp kendimizden utanmıştık.

Aslında, utanması gereken başkalarının da var olduğunu konuştuk eşimle;

Halleri vakitleri yerinde olduğu halde, hasta ya da yaşlı anne ve babalarına baktıkları gerekçesiyle, türlü dalaverelerle devletten para koparmanın peşinde koşanları konuştuk...

Dağ başındaki çorak tarlalarını tarımsal arazi olarak kaydettirip, devletten haksız yere dönüm başına para alanları konuştuk...

Devletten hayvancılığa destek parası alabilmek için, köydeki hayvanları ahır ahır dolaştıranları konuştuk...

Eli kolu tutarken, hile ve hurda ile işgörmezlik raporu ayarlayıp devletten maaş alanları konuştuk...

Bir onları düşündük, bir de engelli oğlunu doğumundan itibaren kendi imkanları ile bakan Emin Amcayı düşündük.

Sonunda da, Emin Amca gibi kanaat sahiplerinin sayılarının artması için Allah'a dua ettik.

Aslında, pek tabi ki insanoğlunun fıtratında hep daha iyisini istemek vardır.

Bir türlü bitmek bilmeyen bu isteklerin biri karşılandığında, yerini bir başka istek doldurur.

Yiyen daha da yemek, seven daha da sevmek, yükselen daha da yukarılara çıkmak ve kazanan kazancını durmadan katlamak ister.

Oysa, gözümüzün doyduğunu zannederken ruhumuz aç kalır. Sonunda da, tatminsiz ve yetinmeyi bilmeyen insanlar haline geliriz. Durumumuzu gizlemek için de, adına "mutsuzluk" deriz.

Oysa ki, Hz. Muhammed'in “Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir” buyruğu, yaramıza şifa olacak en etkili reçetedir.

Çünkü, "yetinmeyi bilmek" insanı mutlu kılan en erdemli davranış biçimlerinden biridir.

Yetinmek, elindekilerin kıymetini bilmek ve başkalarının sahip oldukları ile kendini kıyaslamadan kanaat etmektir.

Öte yandan yetinmek, "bir lokma bir hırka" deyip, çalışmadan yan gelip yatmak asla değildir.

Gerekli çaba sarfedildikten sonra, takdire boyun eğip olanla veya elde edilebilenle yetinmek demektir.

Yapılan araştırmalar, yetinmeyi bilenlerin  yaşam doyumlarının daha yüksek olduğunu, duygusal  ve sosyal açıdan daha fazla yarar elde ettiklerini ortaya koymuştur.

Kanaat duygusunun, önce kalbe yerleşmesi gerekir.

Kalbi zengin olanın eli her daim zengin olabileceği gibi, kalbi fakir olanın da mal zenginliği kendisine asla yarar sağlamaz.

Şu bir gerçektir ki, yetinmeyi bilen, bilmeyenden daha zengindir.

Firdevsi, "Yeryüzündeki bütün ızdıraplar, aza kanaat etmemekten doğar‘’ demiştir.

Son söz;

Kanaat, iyi ahlakın kaynağı olduğu gibi,  mahrumiyet zamanında insana huzur ve mutluluk veren sarsılmaz bir kale gibidir.

Atalarımız, "Kanaat gibi devlet olmaz" demişlerdir

Esen Kalın...