Bu haftaya kadar yazdığım yazılarda bahsi geçenler hep aklı başında insanlardı. Bu hafta ise, akılları başlarında olmayan bir kısım insanlardan bahsedeceğim.

"Akılları başlarında olmayanlar" deyince, sakın ha delileri kastettiğimi zannetmeyin. Akıldan sorunlu bir zümre daha var ki, bazen söyledikleri ve yaptıklarıyla akıllı geçinen insanlara bile taş çıkartırlar...

Kim mi bunlar?

Meczuplar...

Gönül Dağı isimli dizide "Tuttum seni, attım içeri" diyerek dağ başındaki kulübesine kalburuyla güneş ışığı taşıyan bir divane var ya, işte o divane bu haftaki yazıma ilham kaynağı oldu.

Her meczubun bir hikayesi olduğu gibi, O divanenin de acıklı bir hikayesi var;

Hikaye, o dönemlerde Osmanlı toprağı olan Bulgaristan'ınTırnova şehrinde geçmektedir.

Aynı köyde yaşayan iki genç birbirini sever ve Allah’ın emriyle evlenirler. Günler günleri izler, fakat bir gün kadının kör olmasıyla mutlu yuvalarına hüzün hakim olur. Adam karısı için çareler aramaya başlar, nice hekimlere ve hocalara gider, fakat hiçbir şey karısının derdine çözüm olmaz. Kadın kocasından önce ölünce, adam karısının cenazesiyle birlikte köyü terk eder. Adamın nereye gittiği bir türlü bulunamazken, nihayet köye gelen bir çoban kayıp adamı gördüğünü ve dağda bir kulübede yaşadığını haber verir. Köylüler denilen yere giderler ve bakarlar ki bir kulübe, içinde biri dolu biri de boş iki mezar. Adam ise elinde kalbur, mezarın içine güneş taşımakta. Köylüler ne yapıp ne etseler de adamı evine dönmeye ikna edemezler. Fakat aralarında karar alıp O'na belirli günler yiyecek taşırlar. Münzevi bir hayat süren adam, yiyecek getirenlere “Kimden getirdin?” diye sorar. Falanca cevabı verilirse, o yemeğe el sürmez, fakat Yaratıcı’nın ikramı derlerse sessizce şükredip ikramı geri çevirmezmiş.

Bir gün, yiyecek getirmeye gelen köylüler ikinci mezarın da dolu olduğunu görürler.

Tahmin ettiğiniz gibi, güneşi taşıyan adam vefat etmiş, sevdiğine kavuşmuştur...

Şimdi gelelim "Kime deli, kime meczup denilir" sorusunun cevabını vermeye.

Meczup kelimesini genellikle yanlış anlamda kullanırız. Sözlüklere baktığınızda meczup için, "aklı başında olmayan, ne yaptığını bilmeyen, deli" gibi tanımlamalar görürsünüz. Oysa ki meczupla deli arasında oldukça önemli farklar vardır.

Meczup kelimesi "cazibe" veya "cezbe" kelimesinden türeyen, "belli bir etkiye kapılmış ve o etkiyle kendinden geçmiş kimse" demektir.

Tıpkı demir tozlarının mıknatısa ve pervane böceğinin de ateşe kapılışı gibi, meczuplar da Hak'tan gelen yoğun bir çekimle varlığını yitirmiş insanlardır.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de mealen, ‘’Allah, dilediğini kendine çeker” (Şura /13) buyurmaktadır.

Tasavvuf ehli arasında hatırı sayılır ölçüde yeri olan meczuplar, gönüllerde taht kuran mekansız sultanlardır...

Cüneyd-i Bağdadi, ‘’Allah’ın velisi ile Allah’ın delisi arasında bir soğan zarı kadar fark vardır ki, kim veli, kim deli sizler anlayamazsınız" demiştir.

Belki de deli ve meczup arasındaki farkı en iyi gösteren tanım şudur;

"Akıl adamı terk ederse deli, adam aklı terk ederse meczup olur"

Meczupların aslında kimler olduklarını şu yaşanmış hikayeden de anlayabiliriz;

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kufe Camiindeki Fıkıh Halkasında öğrencilerine ders veriyor. O esnada kapıdan başını uzatan (meczup) İbrahim bin Ethem “Esselamu Aleykum Ya İmam” diyerek selam verir. Dersi kesen İmam-ı Azam, üstü başı pejmürde, garip kılıklı İbrâhim Ethem'in selamını ayakta alır ve o gidene kadar da yerine oturmaz. İmamın edep ve saygı içinde selam alışı talebelerin gözünden kaçmaz ve içlerinden biri sorar:

- 'Ya İmam! İbrahim Ethem meczup, siz ise büyük bir İslam âlimisiniz, bunca hürmet niye?

İmam-ı Azam bu suale şöyle cevap verir: '

- Biz Allah’ın ilmi ile meşgulüz, O ise doğrudan Allah'ın zatı ile meşgul...

Görüldüğü gibi, gerçek meczuplar ile kendi çıkarları için ya da bazı merkezlerden aldıkları talimat gereği dini kullanan (örneğin 10 Kasım gibi törenlerde elinde Kuran'la şov yapan) soytarılar arasında hiçbir ilişki yoktur. Tedaviye muhtaç ve psikolojik sorunları olan bu türden insanları meczup kategorisinde değerlendirmek doğru değildir.

Geçmişte İstanbul'da pek çok meczup yaşarmış ki, sırf bu yüzden "İstanbul‘un velisi de, delisi de çoktur" denilirmiş. Dünyaya önem vermeyen ve pejmürde kıyafetlerinin altında "minnetsiz" yaşayan meczupların çoğunun keramet ehli oldukları ve Cuma, bayram, hıdrellez ve kandil gibi özel günlerde Eyüp Sultan‘da toplandıkları rivayet edilir...

Tarihteki en meşhur meczuplardan biri ise Behlül Dana'dır. "Behlül Dana" bir isim olmayıp "alim meczup ya da akıllı deli" anlamında bir lakaptır. O da tıpkı Nasrettin Hoca gibi, halkın çok sevdiği "güldüren ve düşündüren bir alim"dir.

Yazımızı, Abbasi Halifesi Harun Reşid'in akıl hocası olduğu da söylenen Behlül Dana'ya ait bir hikaye ile sonlandıralım:

Bir gün Behlül Dânâ, üstü başı toz toprak içinde ve uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Halife Harun Reşid'in huzuruna çıkar. Harun Reşid ile Behlül Dana arasında şu konuşma geçer:

-  Bu ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

-  Cehennemden geliyorum ey Hükümdar.

-  Ne işin vardı Cehennemde?

-  Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

-  Peki, getirdin mi bari?

-  Hayır efendim, getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler...

Esen Kalın...