Sade vatandaşın ölümü ardından yakınlarının torpil arayıp, cenazelerini gömecekleri bir parça toprak bulamadıkları ülkenin metropolünde yaşanan iki ölüm olayı ardından geçtiğimiz günlerde yazdığım ve taşı toprağı altın denen İstanbul'da cenazelerin gömüleceği toprağın kalmadığını anlatan bir yazı yazdığımı hatırlıyorum.
İnsanların ölülerine yer bulamadığı ama beton tabutların, pardon binaların yükselmeye devam ettiği bu kent ve diğerlerinde sade vatandaşın iş, aş başta olmak üzere her konuda sıkıntı yaşadığı bu ülkede ölüsüne yer bulunamazken hayatları boyunca o insanların omuzlarından hiç inmeyenlerin öldükten sonra da aynı omuzlarda toprağa verildiğini görüyor, izliyoruz..
Bunun en son örneğini hazret denen bir cemaat lideri ile bir artistin ölümlerinde görmekteyiz, 'sade vatandaşın ölüsüne yer yok denilen İstanbul'da' en lüks mezarlıklara protokol eşliğinde defnedilirler.
LGBT'lilerin, 3'lü, dörtlü yakın temasların tartışıldığı aynı ülkede Bülent Ersoy'unda milyonluk bir mezar hazırlattığını da unutmadan..
Laik bir ülke görüntüsünden uzak cenazeyi gömdükten hemen sonra uzun süredir selamını beklediğimiz Amerika başkanıyla görüşme heyecanıyla alelacele oturduğumuz Birleşmiş Milletler masasında "Dünya 5'ten büyüktür" dediğini unutup ve aslında o beşin içinde olduğunuda atlayıp, BM'ye girmek isteyen iki ülke için altına imza attığımız 10 maddelik sözleşmeyi başarı diye lanse ederken ilkelerimizi de gömüyorduk hem de havuz medya aracılığıyla manşetlerle artistlik yaparak.. Hemde Kılıçdaroğlu'nu davet eden, Kılıçdaroğlu'nun da tayfasıyla katıldığı Türk Ocaklarını gömen Devlet Bahçeli gibi..
Neyse 'hele savulun malkoçoğlu geliyor' denen sürecin 'bir gece ansızın geliriz' denip, gömülmeden bir türlü gitmeyenleri de bir sonraki yazımıza bırakalım..