Türk siyasetinin son dönemdeki en önemli sorunlarından biri nedir diye sorsalar, hiç tereddüt etmeden "aşırı kutuplaşma" diye cevap veririm. Toplumsal barışı önemli ölçüde zedeleyen bu sorun, belki de ekonomik problemlerden daha tehlikeli ve yıkıcı bir özellik taşımaktadır. Toplum, kelimenin tam anlamıyla, "İktidar ve muhalefet yanlıları" olarak ikiye bölünmüş vaziyette ve bu bölünme ne yazık ki her geçen yıl daha da keskin bir hal almaktadır.

Toplumda herkesin posizyonu o kadar belirginleşmiş vaziyette ki, ortaya çıkan olaylar karşısında kimin nasıl bir refleks göstereceğini kestirmek artık hiç de zor değil. Herkes birbirinin ne söyleyeceğini ve nasıl davranacağını artık kolaylıkla kestirebiliyor. Kısacası, toplum eskisinden daha tehlikeli bir kutuplaşmaya doğru hızla yol almakta...

TDK sözlüğüne göre kutuplaşma “birbirine karşıt gruplara ayrılmak” demektir. Bir başka deyişle kutuplaşma, toplum bireylerinin belirli gruplar halinde kendi içlerinde ya da birbirlerine karşı aşırı ve keskin şekilde ayrışmasıdır.

Ne yazık ki toplumsal kutuplaşmaya en çok da siyasal partiler ve siyasetçiler katkıda bulunuyor. Söylemleriyle, hedef göstermeleriyle ve biz/onlar ayrımı yapmalarıyla toplumdaki kutuplaşmaya doğrudan katkıda bulunuyorlar.

Toplumsal ayrışmada medyanın da çok önemli etkisinin olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Medya artık eskisi gibi tarafsız olmayıp, neredeyse her yayın organının açıkça ya da zımnen bir siyasal grupla illiyet bağı bulunmaktadır.

İnsanların kendilerini nispeten daha rahat hissettikleri bir alan olan sosyal medya ise, nefret söylemleri ve ayrımcılığın kolaylıkla yayıldığı bir mecra olarak karşımıza çıkıyor.

Medyanın partizanca tavırlarıyla değişen çehresi, artık toplumsal kutuplaşmayı artıran en önemli etkenlerden biri haline geldi.

Koronavirüsle birlikte herşeyin çok farklı olacağını, toplumdaki ekonomik dengelerin, yaşam standartlarının, alışkanlıklarımızın ve kültürel değerlerin önemli değişimler göstereceğini bekliyorduk, ki öyle de oldu.

Bunun yanısıra, siyasetin eskisi kadar gündemi işgal etmeyeceğini ve daha ılımlı olacağını düşünüyorduk. Hatta siyasilerin ve siyasetin toplumu birleştirme yolunda önemli işler başaracaklarını umut ediyorduk. Fakat malesef umduğumuz dağlara karlar yağdı...

Pandemi sürecinin başlarında siyaset sahnesinde az da olsa görülen olumlu hava kısa süre sonra değişti ve (sanki pandemi gibi global bir bela yokmuşçasına) şiddetli siyasi çekişmeler başladı.

Malesef hemen hemen her alanda şiddet, tehdit, hakaret ve çatışmalara şahit oluyoruz. Biraz da yeni yönetim sisteminin getirdiği bir sonuç olarak, iki kutuplu bir toplum haline geldik.

Yapılan siyasi ittifaklarda yer alan partiler, karşı ittifaka muhalefet uğruna, kendi ittifak ortaklarının hata ve günahlarını dahi görmez oldular.

Kısacası, hal ve gidişat hiç de iyi değil...

İşin ilginç yanı, pandemi gibi bir problemin yönetimi ve çözümü konusundaki tartışmalar diğerlerine göre daha şiddetli cereyan etmekte.

Hatırlayın, pandeminin ilk aylarında hükümetin merkezi olarak aldığı ve uyguladığı kararları beğenmeyen ana muhalefet partisi, kendine ait belediyeler vasıtasıyla farklı uygulamalara baş vurmuş, hatta Adana'da alternatif bir sahra hastanesini kurmayı teşebbüs edecek kadar da ileri gitmişti.

Diğer bir çatışma alanı ise, maske ve hijyen malzemelerinin temini hususunda ortaya çıktı. Bu alanda da gerek hükümet, gerekse muhalefet birbirlerini yerden yere vurdular.

Yapılan yurt içi ve uluslararası insani yardımlar da muhalefetçe en çok eleştirilen hususlardan biriydi.

Kısacası, sokağa çıkma yasağı başta olmak üzere, virüsün kontrolü amacıyla alınan her türlü tedbir yeni bir siyasi çatışmayı beraberinde getirdi. O nedenle de pandemi belasına karşı ulusal dayanışma ruhu bir türlü oluşturulamadı.

Kolaylıkla söyleyebilirim ki, bu toplum 15 Temmuz hain darbe girişiminde gösterdiği kenetlenmeyi, ne yazık ki pandemi ile mücadele konusunda gösteremedi. Sanki görünen düşmanlarla mücadele konusunda iyiyiz de, görünmeyen düşmanlara karşı pek başarılı değiliz gibi bir durum var ortada. Halbuki biri vatanını, diğeri de canını kastediyor. Tevekkeli "Can veririz de vatan vermeyiz" demiyormuşuz biz...

Öte yandan, toplumu kutuplaşmaya götüren sebepler pek tabi ki sadece pandemi ile alakalı konular değil. Ne yazık ki, bir de durduk yerde eski defterleri karıştıran müflis tüccarlar gibi davranan siyasiler var.

Bunlardan biri geçen hafta diline başörtü meselesini dolayarak, hukuken kapanmış bir konuyu tekrar gündeme taşımaya kalktı.

Neymiş efendim, bu fosil siyasetçi türbanlı bir hakimin karşısına çıktığında adaletin sağlanacağından kuşkuluymuş. Bu söz, tam da "Buyrun burdan yakın" kabilinden söylenebilecek bir söz. Anlaşılıyor ki bu siyasetçinin olgunlaşma süreci geri sarmaya başlamış.

Fakat hangi sebeple söylenirse söylensin, bu sözün toplumu provaka etmeye yönelik bir söz olduğu kesin. Provakasyonun doğal sonucu da malesef kutuplaşma oluyor...

Aynı türden bir başka provakatif hareket ise, satılmayan milli piyango biletlerine isabet eden paraların varlık fonuna devredilmesi ile ortaya çıktı.

Hatırlayın, Milli Piyango tarihinin en yüksek ikramiyesi olan 100 milyon TL bir adet çeyrek bilete isabet edince 75 milyon TL’lik ikramiye tutarı Türkiye Varlık Fonu’na devredilmişti.

Bu gelişmenin ardından bazı kesimlerde, “Milli Piyango’dan Varlık Fonu’na aktarılan 75 milyon TL, SMA hastası çocukların tedavilerine harcansın” sesleri yükseldi. "75 milyon" sözcüğü 130 binden fazla kullanımla Türkiye’de bir numaralı sosyal medya gündemi oldu.

Kısacası, bilerek ya da bilmeyerek, toplumsal kutuplaşma için örülen duvara bir tuğla daha konulmuş oldu...

Bütün bunlardan çıkarılan sonuca göre, siyasetin ve medyanın içinde bulunduğumuz sıkıntılı günlerde koronavirüse karşı uygun reaksiyon gösterdiğini söylemek pek de mümkün değil.

Oysa ki siyasetçilerin ve medyanın daha birleştirici bir dil tercih etmeleri, zaten mevcut olan kutuplaşmayı azaltma konusunda çok önemli bir rol oynayabilirdi.

Bu güne kadar her ne olduysa oldu, artık geleceğe bakmak gerekir. Bundan sonraki süreçte toplumun beklentisi, siyasetin kutuplaştırıcı bir üslup sergilemekten kaçınıp, devletle vatandaş arasında bir köprü oluşturmaya öncülük etmesidir.

Unutulmamalıdır ki marifet, insanları ötekileştirmeden, birbirlerine düşürmeden ve kutuplaştırmadan siyaset edebilmektir. Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek oraya gider...

Esen Kalın...