Öğretmenliğimin ilk yıllarında Amasya Gümüşhacıköy Çal Köyünde, 1992- 1993 eğitim öğretim yılına yeni başlamıştık.
24 Eylül 1992 Perşembe günü saat 15 gibi öğrencileri dağıtmış, bir sonbahar serinliğinde köy içinde gezintiye çıkmıştım.
Köy mezarlığından köye doğru giderken, köyün en üst başında evi bulunan
Muhtar Ali Usta'nın, evin altındaki atölyeden makine sesi geliyordu.
Hemen caminin yanından patika yoldan Cin Ahmet'in evinin önüne çıktım. Oradan da Ali Usta'ya geçtim. İki göz odalı evinin altındaki atölyede oğlu Kadir ile çalışıyordu.
Komşusu ve köy bekçisi olan Rus Ali de yanında. Elindeki işi bitirdi, ayak üstü sohbet ettik. Kararmaya başlayan hava ile ayrılık vakti gelmişti.
Ali Usta ve oğlu Kadir yemeğe kalmam için çok ısrar etti.
"Biraz sonra Apuk gelir, ona yarın akşam için ekmek siparişi vereceğim." dedim.
“Ben yarın Gümüşhacıköy’e gideceğim, söylerim.” deyince Ali Usta, hep birlikte eve çıktık.
İki göz odadan muhtarlık odası olarak da kullanılan odaya geçtik.
Oda her zamanki gibi tertipli, düzenli ve tertemizdi. Bir süre sonra Eyüp Hoca, Cin Hoca’nın oğlu Mehmet Kılıçsokan da geldiler.
Ellerindeki çocuklarının yatılı okul işlemleri için belgeleri Muhtar Ali Usta mühürleyecekti.
Ali Usta, kapının arkasında asılı duran ceketine uzandı ve yan cebinden mührü aldı.
Kalın parmaklarıyla sarı demir mührü meşin kılıfından çıkardı. Mührünün mürekkepli tarafını ağızına yaklaştırdı ve üflemeye başladı.
Birkaç üflemeden sonra belgenin mühürlenecek yerini sol elinin içine yerleştirerek mührü kağıdın üzerine bastırdı ve bir müddet bekledikten sonra aynı işlemi diğer belge için de yaptı.
Saat ilerlemişti, Eyüp Hoca ile kalkarak caminin yanına kadar birlikte gittik.
O, caminin hemen altındaki evine giderken ben de karanlığın içine dalarak mezarlığın yanında bulunan okul lojmanına ulaştım.
Cuma sabahı yine erken kalkmıştım. Lojmanın penceresinden tek tek okula gelen öğrencilerimi seyrediyordum.
Biraz sonra, güzel bir havada dışarı çıktım. Okulun hemen girişinde bulunan çeşmenin yanındaki ahlat ağacının altında, gelen öğrencilerimi bekliyordum.
Sınıfa doğru döndüm, tam gidecektim ki caminin minaresinden şiddetli bir ses köye yayıldı.
"Veli Arabacı’nın minibüsü Kızılca köy yakınlarında devrildi, yardıma koşun!"
Beynimden vurulmuştum.
Çocuklar etrafımda kümelendi.
Kötü bir olay olduğunu kavramışlardı, benden bir şeyler duymak istiyorlardı.
Bugün cuma olduğu, Gümüşhacıköy'ün pazar günü olduğu,
15 kişilik minibüse 25 kişi bindikleri ve bir çok köylünün pazara gittiği aklıma geldi.
Köy içine doğru ağır adımlarla gittim. Köyde birkaç ihtiyar bu olaydan haber bekliyordu. Herkes duyduğunu anlatıyordu.
"Kızılca Köyü yakınlarında virajda, karşı yönden gelen Veli Kozak’ın kamyonu ile Veli Arabacı'nın minibüsü karşılaşır. İkisi de acemi şoför, o telaşla minibüs virajı alamayarak uçuruma devrilmiş."
Kimseden ses çıkmıyordu.
"Öğretmenim, babam telefonda anlattı. 50m kadar minibüs yuvarlanmış." dedi Aldağın Sadık'ın oğlu.
Artık saatler ilerledikçe acı haberler geliyordu.
"Muhtar Ali ve Cin Hoca rahmetli olmuş."
“Akşam birlikteydik!” diyebildim. Moralimiz bozulmuştu.
"Civan Ali’nin oğlu Ömer Karadağ ve İbrahim Kocabaş’ın oğlu Hasan da rahmetli olmuş." dediler.
"Ah, Ömerim... Güzel öğrencim!" diyebildim.
O gün Cuma namazını hüzün içerisinde kıldık. Cuma namazından sonra kimse cami yanından ayrılmadı.
Çevre köylerden de devamlı gelenler vardı. Cami ve bahçesi ikindiye yakın cenazelerin gelmesiyle daha da kalabalıklaştı.
İkindi namazından sonra omuzlar üzerinde cenazeler, okulun yanındaki mezarlığa getirildiler. Dualar ile son yolculuğa uğurladık. Bu kazanın yıl dönümünde ölenlere rahmet, kalanlara sağlıklı uzun ömürler dilerim.