Bazıları cehennemi öldükten sonra arar,
bazılarıysa daha yaşarken bulur…
Bu dünya, kimi için bir cennet bahçesi,
kimi içinse ateşin hiç sönmediği bir azap yeridir.
Kimi sabahları huzurla uyanır,
kimi her sabah bir yangının içinde gözünü açar.
Kimi güneşin doğuşunda umut görür,
kimi o güneşin altında yanar, kavrulur, tükenir.
Dünyada cehennemi yaşamak,
bazen birinin gidişiyle başlar,
bazen birinin susuşuyla büyür.
Bir bakarsın, bir sözle yıkılmışsın,
bir bakarsın, bir bakışla kül olmuşsun.
Cehennem ateşi değil bazen,
bir insanın umursamazlığı yakar seni.
Bir dostun ihaneti, bir sevdanın yalanı,
bir annenin duasız kalışı, bir babanın sessiz çöküşü…
Bunlar da yakar, hem de yavaş yavaş, içten içe.
Dünyada cehennemi yaşamak,
sadece acı çekmek değildir.
Bazen susmaktır,
bazen güçlü görünmeye çalışmaktır,
bazen kalbin paramparça olmuşken
“iyiyim” diyebilmektir.
Kim bilir…
Belki de gerçek cehennem ateş değil,
unutulmak, sevilmemek, anlaşılmamaktır.
Ve belki de biz,
çoktan o cehennemin içinde yanmaya alıştık,
adı “dünya” olan bu büyük sınavda…
Bazıları dua eder kurtulmak için,
bazılarıysa susar, alışır, kabullenir.
Ama içten içe hep biliriz;
bazı yaralar kabuk bağlamaz,
bazı acılar sonsuza dek kalır.
Bir zaman gelir,
aynaya baktığında tanıyamazsın kendini.
Yüzünde yılların değil,
yaşadığın yangınların izini görürsün.
Kalbinde bir yorgunluk vardır,
hiçbir uyku dinlendiremez.
Ve anlarsın ki,
cehennem bazen bir mekân değil,
bir insandır, bir anıdır, bir pişmanlıktır.
Kurtulmak istersin ama mümkün olmaz;
çünkü bazı cehennemler,
kalbinde doğar, kalbinde yaşar, kalbinde ölür…