Ne gariptir bu dünya.


Kimin güçlü, kimin zayıf olduğuna bakmadan hüküm veriyoruz.
Bir hata olsa da olmasa da, bir suçlu arıyoruz daima.
Ve o suçlu genelde bellidir: konuşamayan, savunamayan, sessiz kalandır.
Yani “abalı” olan…

Vurun abalıya!
Çünkü o karşı koymaz, sesini çıkarmaz.
Onun suskunluğunu kabulleniş sanırız, halbuki o, yutkunarak ağlayan insandır.
Kalbinde fırtınalar koparken yüzünde sükûnet taşıyan,
herkesin suçunu yüklenip kendi günahını bile anlatamayan…

Vurun abalıya!
Zengin olsaydı belki “yanlış anlaşılmış” olurdu.
Gücü olsaydı, “saygı duyulacak bir duruşu var” derlerdi.
Ama fakir, ama kimsesiz, ama dertli…
O yüzden hedef tahtasına çevrilir durmadan.

Oysa kimse sormaz:
Niye sustu bu insan?
Niye içine çekildi, niye vazgeçti savunmaktan?
Belki bir zamanlar bağırmıştı, duyan olmamıştı.
Belki adalet aramıştı, bulamamıştı.
Belki güvenmişti, herkes gitmişti.

Bir de görsen o abalıyı yalnız kaldığında…
Karanlık bir köşede oturur, gözlerini yere diker.
Ne savunma yapar, ne sitem eder.
Sadece içinden geçirir her şeyi.
Bir “neden” dolaşır dudaklarının kenarında,
ama o “neden”i söylemeye bile mecali kalmamıştır.

Çünkü o bilir,
anlatsa da inanmayacaklar,
ağlasa da kimse duymayacak.
O yüzden susar.
Sustuğu için yargılanır,
yargılandığı için daha da içine kapanır.

Bir gün biri çıkar belki,
“Yeter artık, vurmayın şu adama!” der.
Ama o zaman da kimse kalmamıştır etrafta dinleyecek.
Çünkü kalabalıklar sadece kınamak için toplanır,
hakkı savunmak için değil.

Vurun abalıya,
çünkü en kolay olan budur.
Zor olan; anlamak, dinlemek, empati kurmaktır.
Oysa dünya kolay olanı sever.
Zor olanı yapmaz, yapamaz, yapmak istemez.

Ama unutmayın;
her abalı bir gün hesabını sormaz belki,
ama her haksızlık bir gün yankılanır gökyüzünde.
Sessiz dualar, kırık kalpler,
gecenin en karanlık anında adaletin kapısını çalar.

Ve işte o zaman…
Vuran değil, vurulan kazanır.