Yağmurlu pazar günleri geride kalmış birçok anıyı hatırlatır bana. İzmir’in eski sokaklarına ulaşabilmek için çamurlu sokaklarını geçtiğim Yeşilyurt, zorla bindiğim tıknefes belediye otobüsleri, gözlükler ve camlarda buğu bana İzmir’i hatırlatır. İzmir’e çok yağardı benim gençliğimde.
Konak, Alsancak yukarıdan tepelerden çağlayarak gelen yağmurun altında kalır, ama denize ulaşınca her şey sadece ıslaklık haline gelirdi.
Onca yağmur, denizin şefkatli vücudunda erir ve sadece çalkantılı bir denize dönüşürdü. Sinemalar, kitap evleri, küçük çay bahçeleri, geniş ve kalabalık pastaneler zamanıydı benim zamanım.
Yeşilyurt gecekondu semtiydi İzmir’in.
Tepede, kirli sokaklar, sürekli bir inşaat, boyası ve badanası eksik evler, dar sokaklardan gürültü ile geçen dolmuşların kornaları, dışarıda bağırarak malını satmaya çalışan esnaf gürültüleri, eskicilerin, midye dolmacılarının kendine has bağırtıları.
Akşama kadar İzmir’in sanayisinde çalışıp yorgun argın döndüğünüz mahalleniz. Bütün bir hafta boyunca çalışanlar için tek tatil günüydü pazar.
O sabah erken kalmazdım.
Yattığım odam aslında ailece oturduğumuz oturma odası. Anam geç saate kadar televizyon seyreder, babam kabak çekirdeği çitleyip çay ile elindeki kitabı okumaya çalışırdı.
Belki de bu gecikme nedeniyle sabah geç kalkardım. Banyoda gaz yağı yakarak ısıtılan şofbenden ısınan su ile hızlıca bir banyo yapar, uzun süre saçımı tarar, “first Class” parfümümü sıkardım.
Kahvaltıyı beklemeden, anamın fırçasını yiyerek doğruca otobüs durağı. Üzerimde eski bir askeri parka, büyük fitilli kadife pantolon, üstümde anamın ördüğü bisiklet yaka kazak.
Kalabalık olurdu durak. İçi dolu otobüs durağa yanaşır, hızlı hamleler ile doluşurduk.
Otobüs mahalleleri, okulların bahçelerini, parkları geçer, önce Bayramyeri, ardında meşhur varyant yokuşunu iner, Konak’ta Hasan Tahsin anıtına yakın bir durakta dururdu.
Konak’tan etrafınıza bakarsanız, vapur iskelesi.
Karşıyaka’dan gelen, hızlı adımlar ile inen yolcular, vapurların üzerinde uçan şımarık kuşlar, ara ara çalan vapur düdükleri.
Durakların arasında sandviç büfeleri, işportacılar, şemsiye satıcıları.
Karmaşık ama çeşitli kokuların karıştığı uzak doğuyu anımsatan bir koku mevsimi.
Otobüsten iner inmez bu kalabalıkları geçip, eski kirli ve biçimsiz bir köprüyü geçince Kemeraltı. Bir az önce ayrıldığınız karmaşadan daha karışık, daha renkli, daha çok yaşayan Kemeraltı.
Uzun sokaklar boyunca sizi esir eden, sizi aşık eden, sizi hayran bırakan dükkanlar, her çeşit ürün, elbise, gıda aklınıza gelmeyecek ne var ise her şeyi bulabildiğiniz, masallardan çıkmış bir hayal çarşısı.
Kemeraltı’nın ortalarında birkaç sinema, birkaç pastahane, menemenciler, tost yapanlar, sinemanın içerisinde patlamış mısır kokusu.
Ellerinde ışığının feri, kalmamış el fenerleri ile yer gösteren teşrifatçılar. Işıklar söndüğünde hoparlörlerden çıkıp yüzünüze çarpan seslerin ve perdede hareket eden renklerin sizi teslim alan büyüsü.
Sinema arasında dışarıda belki de uzun süredir söylenmeyi bekleyen itiraflar, çalan ziller, açılan gazoz kapaklarının sesi.
Film bitince oturulup salep içilen pastaneler, eğer oraya kadar taşınabilmiş ise itirafların utangaç yüzlerde yarattığı tebessüm.
İşte böyle yaşanırdı İzmir’de pazarlar.
Ben yaşadım.
Belki de yılların getirdiği vücudumuza eklenen yaşlardan özlüyorum.
Biliyorum geçmiş olmayacak ama biliyorum aynı zamanda ben olmasam da İzmir’de bir başka delikanlı yine hazırlanıp inecek Kemeraltı’na ve bir güzel kıza sevdiğini söyleyecek, biliyorum.
O nedenle pazar günlerini çok seviyorum.