Güneşin, yüzleri okşadığı ılık bir yaz sabahı, yeni bir gün öğününü sağarken, Marmara Körfezi'nin eteklerine konmuş; ağır sanayi nefesi soluyan iki milyon nüfuslu kadim bir şehrin, seçkin bir mahallesindeki belediye sosyal tesislerine düştü yolum...
Yaşları yetmişi geçmiş, entelektüel görünümlü, huyları birbirine benzemeyen bir emekli öğretmen grubuyla tanışma faslından sonra, sohbetlerine dahil olmakla, pek de şanslı günümde olmadığımı zaman geçtikçe anladım.
Kiminin, seksenine dayadığı ömür merdivenindeki yarım asırlık mesleki anılarıyla dolu hayat öyküleri; kırağı düşmüş saçların gölgesinde, kül rengi kalın kaşlar altında derin vadilerde devinen bakışlarda mevzilenmişti.
Bir yandan yudumlanan çaylarda anılar demleniyor, diğer yandan suskunluklarda kırık dökük hikâyeler yankılanıyor, ülkenin yoğun siyasi gündemi karmaşasında garip ve sivri yorumlar stabil cümlelerle hararetleniyor, zaman zaman nezaketle dizginlense de ‘ben senin gibi düşünmüyorum' çıkışıyla galebe çalan ateşin fitilini söndürmek de yine
içlerinde en kibar olanına düşüyordu.
'Allah'ım nereden düştüm ben bu cengin içine' diye iç geçirmemin de bir yararı olmuyordu. Çünkü öğretmenlik kariyerlerinde, ideallerinden ödün vermemeye hükümlüydüler bir kere...
Aralarında, “Eskiden şöyle ideolojiye sahiptim ama artık öyle değilim” gibi ani çıkışlarıyla da yaşanmışlıkların cam kırığı izleri, yüreklerini öyle örselemişti ki sabırları incecik bir çizgide geziniyordu.
Öyle ki, bir tanesi egosuna yenilip, masayı bile terk etmişti.
Kolay değildi...
Her biri hayata dair düşlerinden yara almış, sessiz birer gazilerdi adeta.
Şairin dediği gibi, “İhtiyarlık bir misafirdir, onu ağırlamak gerekir.”
Ama o misafiri ağırlamak öyle kolay bir iş değildi anlaşılan.
Yolu izi olmayan köylere atanmak, kaderleriyle baş başa kalmak; sosyal hayatlarından verdikleri ödünle cehalete karşı savaşmış bu insanlar sürgünlerle, darbelerle, muhtıralarla yoğrulmuş bir kuşağın temsilcileriydi.
İsveçli yazar-yönetmen Bergman'ın; “Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir; çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş alanınız genişler.” söylemi bile anlamını yitiriyordu böyle ortamda.
Çevremde tanıdığım emekli öğretmenlerde böyle bir durum yoktu.
Onlar; gayet zarif, duyarlı, sosyal ve kültürel yönleri güçlü dostane insanlardı.
Oysa burada beni şaşırtan manzara, bu durumun; entel görünmeye çalışan, tahammülsüz, narsist ve bencil bir
emekli öğretmen grubuyla sınırlı olmadığı, toplumun her katmanından sokağa yansıyan yanıyla, böyle bir megaloman toplum haline gelinmiş olmasında, bugünkü ülke siyasi evrimiyle şekillenen toplumun bir saikı yok muydu acaba?
Aynı gün, bir dolmuşta gördüğüm; "Herkesi yarına götüremezsin, bazıları dünde kalmalı..." sözü belleğime mıh gibi çakılmıştı.