Yaşanmayacak yerde yaşıyorum; haritalarda adı olan ama insanın içinden silinmiş bir şehirde… Sabahlar gürültüyle uyanıyor, geceler sessizliğe bile izin vermiyor, duvarlar konuşmuyor, sokaklar dinlemiyor, insanlar birbirine değmeden geçip gidiyor; kalabalık çok ama anlayan yok. Gülüşlerin borçla, umutların taksitle satıldığı bu hayatta kimse kimseye gerçekten “nasılsın?” demiyor çünkü cevabı taşımaya kimsenin gücü kalmamış, herkes güçlü görünmeye çalışıyor ama herkesin içinde kimseye göstermediği kırık bir çocuk gizli. Bu yerde zaman ağır akıyor, günler geçiyor ama hiçbir şey ilerlemiyor, dostluklar menfaate, sevgiler şartlara bağlanmış, bir yanlışta siliniyor yıllar, bir hatada unutuluyor emekler; insanlar birbirini değil sadece işine yarayanı seviyor. Doğrular susuyor, yanlışlar alkışlanıyor, haklı olmak yoruyor insanı, susmak daha güvenli sayılıyor, kalbinle konuşursan kaybediyorsun, sessiz kalırsan hayatta kalıyorsun. Bu şehirde yorgunluk sadece bedende değil, ruhun omuzlarına çökmüş bir ağırlık gibi, insan gidecek bir yer arıyor ama gidecek yeri değil gidecek hâli kalmamış oluyor; her sabah biraz daha eksik uyanıyorum, her gece kendimden biraz daha vazgeçerek uyuyorum, aynaya baktığımda gördüğüm yüz yaşadıklarıyla erken yaşlanmış, hayallerini cebinde taşıyamayacak kadar ağırlaştırmış. Ve ben bu yaşanmayacak yerde yaşamaya çalışıyorum; her şeye rağmen insan kalmaya, vicdanımı kirletmeden yürümeye direniyorum, belki zor belki yıpratıcı ama biliyorum ki yaşanmayacak yerler insanı ya çürütür ya da adam eder ve ben hâlâ ayaktaysam bu bir alışkanlık değil, bir mecburiyet de değil, içimde susmayan bir direniştir.