Nedir bu had bildirme hastalığımız?

En küçük bir tartışmada, anlaşmazlıkta ve hatta haklı mağlubiyette, her önüne gelen bir diğerine had bildirmeye kalkıyor.

Toplum olarak ne çok savcımız ve hakimimiz var; kanunmuş, karakolmuş, mahkemeymiş, kamu kurumuymuş kimsenin umurunda değil. Sanki demokratik bir hukuk devletinde yaşayan bireyler değiliz de, 19. yüzyıl Amerikasında yaşayan kovboylarız.

Kimsenin kendine baktığı yok; benim her şeyim tam mı, ya da bende hiç kusur yok mu diyen yok. En küçüğümüzden en büyüğümüze herkes birbirine parmak sallıyor.

Sokaktaki çocuk kavgalarında bile "Göreceksin sen gününü, bu yaptığını yanına koymayacağım, bunu pahalıya ödeyeceksin" gibi sözler havalarda uçuşuyor.

Çünkü, büyüklerinden böyle görüyorlar ve anne babaları tarafından böyle öğretiliyorlar. Kan davası ve mafya hesaplaşmaları birer had bildirme örneği değil midir?

Aslında bu had bildirme hastalığı bizde yeni olmayıp, çok eskilerden gelme bir hastalıktır.

Osmanlı Ordusunun II. Viyana kuşatmasında, Ordunun kumandanı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kırım Hanı Giray’a güvenerek O'na Leh donanmasının köprüden geçişini engellemesi görevini vermişti.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile bir sebepten arası iyi olmayan Giray Han, Osmanlı Devleti’ne bir ders vermek ve had bildirmek istedi ve görevini yapmadı.

Bu had bildirme hareketinin sonucunda da Osmanlı Ordusu büyük bir bozguna uğradı ve bu bozgun Osmanlı'nın Avrupa'daki sonunun başlangıcı oldu.

Tarihe meraklı olanlar, Giray Han'ın had bildirme hareketinin faturasının kime çıktığını çok iyi bileceklerdir.

Bu faturanın Osmanlı'ya ait olanından fazlası Kırım Hanlığına çıkmıştır.

Viyana Bozgunundan sonra Kırım Hanlığı yıkılmış ve Kırım Tatarları için sürgün dolu yıllar başlamıştır.

Malesef toplumumuz içinde bir kesim var ki, işleri güçleri (güya) had bildirmek. Bunu tarih boyunca yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar. Oysa ki hepimiz aynı gemideyiz.

Aynı gemide olanların, gemide olan başka biri ya da birilerine had bildireceğim diye gemiyi delmeleri ne büyük ahmaklıktır...

Had bildirmeyi kendilerine vazife gören hadsizler, bunu tarihte ll. Abdulhamit'e de yapmışlardı; sonuçta tüm toplum ve ülke kaybetti.

Onlar daha sonra da rahat durmadılar ve kendilerine biçtikleri bu görevi Rahmetli Menderes, Özal ve Erbakan hakkında da yerine getirdiler. Hepsinde de kaybeden ülkemiz ve milletimiz oldu.

Peki, had  bilmemek ya da bildirmek dediğimiz bu hastalığımızın aslı nedir?

Özdemir Asaf'ın söyleyiş tarzı ile;

"Kendi bahçesinde dal olamayan birinin, bir başkasının bahçesinde, ağaçlık taslamaktır.

Had bildirmek, sınırı aşanın ayağına basmaktır.

Had bildirmek, "Eyvallah" durumundan "İllallah" durumuna geçildiğinde gösterilen tepkidir.

Had bilmek ise, herhangi bir konuda kendi bilgisini, konumunu ve sınırlarını bilip, ona göre tavır koyma, görüş belirtme durumudur.

Bir başka deyişle, kendini bilmek, tanımak, aradığını kendinde bulmaktır.

Had bilmek, bilinenler içinde en anlamlı olanıdır. Zira dünyalar kadar bilgisi olan bir insan, haddini bilmediği takdirde kocaman bir hiçtir.

Alime sormuşlar: “Efendim en iyi neyi bilirsiniz” Alim kişi cevap vermiş: ”Haddimi Bilirim!”

Geçmişte olduğu gibi bugün de toplumumuzun en kronik hastalıklarından birisi, haddini bilmek makamında olması herekenlerin had bildirme çabalarıdır.

Bunu, sokakta, evde, kahvede, stadyumda vs görmeye alıştık ta, meclis gibi bir yüce mekanda görmeye alışamadık.

Aslında alışmak ta istemiyoruz. Çünkü, zaten kötü bir hastalık olan had bildirmek, meclis gibi bir kurumda daha iğreti ve çirkin durmaktadır.

Kural koyan, yasa yapan ve toplum tarafından örnek diye seçilen şahsiyetlerin oluşturduğu yüce meclis, had bildirme yeri değil, had bilme makamıdır. Dolayısıyla, bu makamda olanların başkalarına göre daha seviyeli ve dikkatli davranmaları gerekmektedir.

Aksi taktirde, "Balık baştan kokar" sözünün tezahürünü, toplumun her kesiminde daha yaygın olarak görmeye başlarız.

Lütfen herkes haddini bilsin; özellikle de, olur olmaz zamanda ve yerde had bildirmeye kalkanlar...

Esen Kalın...