Durum öyle gösteriyor ki 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine 14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960 Demokrat Parti iktidarının damgası vuracak.

Enflasyonun zirve yaptığı, döviz kurunun 20’lere dayandığı, 10 Binlere varan sığınmacının işgaline uğramış bir Türkiye de 20 Yıllık AK Parti iktidarının yazacak başka hikâyesi kalmadı ki; müflis tüccarın sıkıştıkça eski defterleri karıştırdığı gibi dönüp dolaşıp 73 Yıl önce iktidardaki CE HA PE’ye saldırıyor olması, ne kadar zorda olduklarının ipuçlarını veriyor bizlere.

Cumhurbaşkanı Erdoğan gittiği her miting meydanında özellikle Demokrat Partinin 14 Mayıs 1950 seçim öncesi manifestosunda kullandığı “Yeter Söz Milletin!” sloganını ve Adnan Menderes’e karşı yapılan 27 Mayıs darbe mağduriyetini dile getiriyor olması, adeta kendisini Demokrat Parti ile aynı kaderi paylaştığını vurguluyor.

Hâlbuki durum bunun tam tersi. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar ile mücadele edeceğim diye iktidara gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın devri iktidarında bu 3Y’lerin yaşanıyor olması bir yana bütün yetkilerin “Tek Adam” elinde toplandığı da işin bir diğer ilginç yanı.

Şunu belirtmek isterim ki vatana ihanet suçu hariç hiçbir suç 3 Devlet adamının idam edilmesine gerekçe sayılmazdı. Ancak üzerinden yarım asırdan fazla süre geçmiş olan Demokrat Parti iktidarı zamanında yöneticilerin halka ve muhalefete uygulamaları, gerçekten çok mu masumdu isterseniz gelin 63 Yıl öncesine bir gezinti yapalım.

Bu gezinti için bize en iyi tanıklık yapacak kişilerin arasında, Cumhuriyet tarihimizin en büyük Anayasa hukukçularından rahmetli Ord. Prof. Ali Fuad Başgil(Çarşamba,1893–İstanbul,1967) geliyor.

Ali Fuad Başgil, 27 Mayıs İhtilâli sonrası kurulan ilk Cumhuriyet Senatosu’na Samsun Senatörü seçildiği hâlde (Ekim, 1961), Cumhurbaşkanlığına adaylığı engellenince senatörlükten de istifa ederek birkaç ay sonra gönüllü sürgün olarak gittiği İsviçre’de Fransızca bir eser yazar.

Türkçesi: “27 Mayıs İhtilâlı ve Sebepleri.” Bu eserde Başgil, önce Cumhuriyet tarihini özetler, sonra Demokrat Parti’yi doğuran sebepleri ele alır, iktidara gelen DP’nin ülkeyi Orta Çağ görüntüsünden kurtaran hizmetlerini anlatır, daha sonra da onu zayıflatan, giderek gözden düşüren şartlarla birlikte bizzat kendi hatalarını tek tek açıklar. Ona göre, on yıllık süre içinde iktidarın en vahim hataları: “Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması (22 Ocak 1953), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin feshedilmesi ve lideri Osman Bölükbaşı’nın hapse atılması, (bununla da kalmayıp Bölükbaşının vilayeti Kırşehir’in ilçeye çevrilmesi).

Kıbrıs problemi bahanesiyle İstanbul Beyoğlu’nda çıkarılan 6-7 Eylül olaylarının önlenemeyişi, liberal sistemin tıkanması sonucu mali iflasın gelişi, basına karşı sert tedbirler, alınması (gazetecilerin işten atılması ve tutuklanmaları), özellikle de sertleşen ve bir kör dövüşüne dönen iktidar-muhalefet mücadelesi, zamanın ana-muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü’nün siyasi gezilerinde uğradığı hakaretler vs…”

 Bütün bunların akabinde İnönü, Meclis kürsüsünden DP’lilere karşı sarf edeceği şu sözlerle yaklaşan fırtınayı haber verir: “Sizi o kadar feci bir akıbet beklemektedir ki, ondan sizleri ben bile kurtaramayacağım.” (Başgil’in dediği gibi, bu sözlerin ne anlama geldiği ve aslında üniversite ve cuntacı askerlerle işbirliğinin eseri olacak darbeyi ima ettiği, ancak 27 Mayıs sabahı anlaşılacaktır.)

Merhum Prof. Dr. Fuad Başgil’in: ““27 Mayıs İhtilâlı ve Sebepler” kitabında:         “27 Mayıs İhtilâli’ne giden yolda İktidardaki Demokrat Parti, kendisini kuvvet yoluyla devirmeye çalıştığını düşündüğü Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı bir Salâhiyetler Kanunu çıkarır. Bu kanunla geniş yetkilere sahip bir Meclis Tahkikat Komisyonu kurmayı tasarlamıştır. Başgil’in de naklettiğine göre; bu kanun “önce, şüpheli şahısları sorguya çekmek, nihayet bunları yetkili mahkemeye sevk etmek için gerekirse tevkif etmek salâhiyetini haiz bir Tahkikat Komisyonu kurulmasını” öngörüyordu. Bu komisyon, kuvvetler ayrılığı ilkesini ortadan kaldıracak şekilde, bir nevi “Bidayet Mahkemesi” usulleriyle çalışacak ve sorgu hâkimi rolünü de üstlenecekti. Bu sıfatla “herhangi bir hakiki ve hükmî şahsın (şüphesiz buna siyasi partiler de dâhil) faaliyetleri ve gelir kaynakları hakkında inceden inceye tahkikat açabilecekti. Nihayet zarurî gördüğü takdirde, Meclis’teki müzakereler hakkındaki mütalâaların gazete ve mecmualarda neşrini yasaklayabilecekti.”

Ali Fuat Başgil, söz konusu kanunun henüz taslak hâlinde Meclis’e sunulması ile birlikte bazı profesörlerin de tahrikiyle üniversitelerin nasıl karıştığını, hatta yer yer ayaklanmalara dönüştüğünü, İstanbul Üniversitesi bahçesindeki 26 ve 28 Nisan olaylarını, bunun basına yansıyışını ayrıntılarıyla anlatır. Bu olaylarda bizzat şahit olduğu bazı sahneler, üniversite gençliği ile askerlerin de işbirliği olduğu kanaatini onda pekiştirir. Arbede sırasında Turan Emeksiz adlı bir Orman Fakültesi öğrencisinin polis kurşunuyla ölmesinin, diğer bir lise talebesinin de kaza eseri olarak tankın altında ezilmesinin ne büyük infial yarattığını ve İstanbul Üniversitesi’nde başlayan olaylara Ankara Kızılay’da çıkanların da eklenmesiyle bütün bunların ülkede nasıl bir endişe yarattığını dile getirir.

Bu süreçten büyük bir endişeye kapılan DP Hükümeti’nin Başbakanı Adnan Menderes, vaktiyle kendisinin hocalığını da yapmış olan Prof. Başgil’i, fikrini almak üzere Ankara’ya davet eder. 30 Nisan akşamı Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ile Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Menderes ve bazı Bakanların bulunduğu bir yemeğe katılır. Orada önce Başgil’den İstanbul’daki olayların değerlendirilmesi istenir. Başgil, yeni çıkarılan Salâhiyetler Kanunu’na tepkilerin boyutlarını ve Üniversite’deki olaylara dair kendi izlenimlerini anlatır. Ardından tam bir Anayasa hukukçusu kimliğiyle bu kanun hakkındaki kanaatlerini açıklar. Sıraya koyarak nakledecek olursak:

1. Söz konusu kanunla kurulmuş olan Tahkikat Komisyonu’na verilen yetkilerin;

2. Gerek basın hakkında tahkikat açılması, gerek çeşitli kişi ve kurumların sorgulanmasının;

 3. Keza, Meclis’teki müzakerelerin dahi Resmî Gazete dışında basına açıklanma yasağının - aleniyet ilkesi gereğince – mevcut Anayasa’ya aykırılık teşkil edeceğini kesin bir dille ifade eder.

Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Celal Bayar sabırsızlanarak Başgil’e hitaben, “Şimdi fiilen vuku bulmuş bir durumun karşısındayız: Tahkikat Komisyonu kurulmuş, Salâhiyetler Kanunu çıkarılmış ve ayaklanmalara sebep olmuştur. Bu vaziyet karşısında ne yapmalıyız? Ve Sayın Profesör bize ne gibi tavsiyelerde bulunabilir?” sorularını sorar. Cevap olarak Başgil: “Son derece ihtiyatlı davranılmasını, Salâhiyetler Kanunu’nu tatbik etmeyerek Meclis’e geri göndermelerini, gençliğe karşı da çok sert tedbirlere başvurulmamasını” tavsiye eder. Cumhurbaşkanı ise Başgil’in bu görüşlerine katılmaz: “Aksine son derece sert davranılmasını ve tahrikçilerin örnek olsun diye cezalandırılması gerektiğini” söyler. Üstelik bu görüşlerini, “suçluları çok sert ve ibret olacak şekilde cezalandırma”, anlamında “tenkil” kelimesini kullanarak açıklar. Başgil, “tenkit” mi demek istiyor acaba diye ifadenin tavzihini isteyince, Bayar kızgınlığını belli edecek şekilde, “tenkit zamanı çoktan geçmiştir, şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır.” diye cevap verir. Bir hukukçu olarak Başgil de Cumhurbaşkanı’nın bu fikrine katılmaz. Gerekçeleri:

1. Başgil’e göre Hükümet, “sosyal barış ve sükûnun bekçisi” sıfatıyla emniyet ve huzuru bozanlara karşı yasaklayıcı tedbirler almak hak ve ödevine sahiptir, fakat bunun, yerinde ve zamanında olması gerekir;

2. Fakat mevcut durum fevkalâde ağır bir noktaya ulaşmış, hatta huzursuzluğun “Orduyu da sarması gibi çok nazik bir mesele ortaya çıkarmıştır”. Üniversite’de en az beş bin kişilik bir kalabalığın “Kahrolsun Hükümet!” diye avaz avaz bağırışına ve böyle bir durum karşısında olayları teskin etmekle görevli askerlerin gençlerle nasıl kucaklaştığı sahnesine şahit olmuştur.

Başgil’in nihai kanaati şöyle: “Bana göre bu sahne artık bundan böyle Ordunun Üniversite gençliği ile kader birliği yaptığını gösterir. Ve işin vahim, hem de pek vahim tarafı budur.” (…) “Tekrar ediyorum çok büyük bir ihtiyatla hareket etmek ve şiddet tedbirlerine başvurmadan önce bütün ihtimalleri hesaba katmak lâzımdır.” İşin tam bu noktasında Menderes söze karışır ve bu çıkmazdan kurtulmak için kendilerine ne tavsiye edeceklerini sorar. Başgil, daha dar bir toplantıda konuyu ele almayı teklif edince Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve kendisinin katılımıyla beşli bir görüşme yapılır.

Yapılan beşli görüşmede Başgil:

1. Olayların önünü almak için kesin bir tedbir olarak Menderes Kabinesi’nin derhal istifa etmesini, olabildiği nispette Muhalefete de birkaç Bakanlık vererek, Meclis’te ılımlı şahsiyetlerden müteşekkil yeni bir Kabine kurulmasını;

2. Böylece, bir nevi koalisyon yoluyla millî birliğin kurulmuş olacağını, bu Kabine’nin önceki Hükümet’in takip ettiği politikayı bir yana bırakarak tam bir serbestlik içinde kararlar almasını;

3. Kurulacak Yeni Kabine’nin, Salâhiyetler Kanunu’nu - değişiklik yapılmak üzere - Meclis’e geri göndermesini tavsiye eder; böylece muhalefetin Hükümeti itham etmek için bir bahane bulamayacağını ve siyasi tansiyonun düşeceğini, söyler.

Bayar bu teklife şiddetle karşı çıkar ve: “Bu şekilde hareket bir zaaf alameti olur ve rakiplerimizi cesaretlendirmekten başka bir netice doğurmaz.” (…) “Bilakis metanetimizi ispat etmek ve doğruca sert tepkiler almak yoluna gitmek lâzımdır.” der. Menderes ise, istifaya hazır olduğunu söylemekle beraber bu tedbirin bütün bu karışıklıklara son vereceğinden emin olmadığını dile getirir. Kendi tarihimizde ya da Batı demokrasilerinde böyle bir tedbir örneğinin olup olmadığını sorar. Bu son derece makul soru karşısında Başgil Fransa’dan örnek vererek; 1925 yılında Paris Üniversitesi’ndeki bir devletler Umumî Hukuku Kürsüsü’ne yapılan yersiz bir atamanın bile Üniversite gençliğinde yarattığı ayaklanmayı ve büyüyen olaylar üzerine mevcut Fransız Hükümeti’nin istifa ederek olayların önünü nasıl aldığını nakleder. Bu misalin ülkemiz için de geçerli olabileceği fikrine, “Türkiye şartlarının özelliğine bina’en” hiçbiri katılmaz; hatta Fatin Rüştü Zorlu, Hoca’nın mütalâasını - bir anlamda hafife alarak - “İstanbul Üniversitesi nümayişleri karşısında duyduğu heyecana” yorar. Daha 15 gün önce Başvekilin Eskişehir’de 200.000 kişi tarafından nasıl hararetle karşılandığını, halk tarafından Hükümetin ne kadar sevildiğini karşı görüş olarak ileri sürer. Cumhurbaşkanı Bayar, kendi fikirlerinde kararlı olduğunu söyleyerek toplantıyı bitirir. Hemen ardından, gece yarısı yapılan ve sabahın 03.30’una kadar süren Bakanlar Kurulu toplantısında, “iktidarda kalmaya devam” kararı verilir.

Ertesi akşam Başgil ümitsiz bir şekilde İstanbul’a döner. “Yanılmış olmayı temenni etmekten başka” yapılacak fazla bir şey kalmaz. Müteakip günlerde olaylar İstanbul ve Ankara’da ilân edilen sıkıyönetime rağmen, artarak devam eder. Başgil, hâlâ Hükümet üzerinde etkili olacak isimler yoluyla çareler düşünür. İstiklâl Harbi’nin meşhur komutanlarından General Ali Fuat Cebesoy’a da görüşlerini açıklayıp onun da aynı kanaatte olduğunu görür. Beklentisi, Başbakanla görüşüp onu etkileyebileceğidir. Fakat geç kalınmıştır. Ülke 27 Mayıs’a hızla, koşar adımla gitmektedir. 22 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri Ankara sokaklarında sessiz bir yürüyüş yapar. Prof. Başgil, “Artık bundan sonra hiçbir kimsenin Demokrat Hükümet’i yıkılmaktan alıkoyamayacağı hissediliyordu.” hükmüne varır. Ve 27 Mayıs gecesi darbe gerçekleşir.

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in bu kitabını okudu mu bilmiyorum ama çok sevdiği Necip Fazıl Kısakürek’in “Benim Gözümde Menderes” kitabını okusaydı yine de Menderes ve arkadaşlarını bu derece savunur muydu bilemiyorum.

Sağlıklı kalın. 

            Ülkemizde meydana gelen deprem nedeniyle hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar dilerim. Aziz Milletimize geçmiş olsun.

Not: Prof. Dr. Ali Fuad Başgil hakkındaki bilgiler: ( https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=2266 ) adresinden alınmıştır.