"İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı."

(Orhan Veli Kanık)

Çocukluğum bir kasabada geçti. Uzun yıllar sakin ve huzurla yaşadık orada.

Karlı kış günlerinde cam kenarından solgun sokak ışıklarından seyrederek yağışı, odaya yayılan yemek kokusunu, sobanın üzerinde tıkırdayan çayın sıcaklığını hissederek geçen yıllar.

Kasabanın yan yana yaslı, küçük dükkanlarının camekanlarını seyrederek, sakallı, hacı kokulu esnafların yarışarak ellerimize tutuşturduğu lokumlar ile büyüdük.

Yazlık sinemada Keloğlan filmleri ile güldük, kışlık sinemada gazoz içerek kahramanlık filmleri ile heyecanlandık. Sabah horoz sesleri, öğlen sokak satıcılarının utangaç bağırtıları, akşam annelerin çocuklarını çağırdıkları sakin bir yaşam.

Akşam olunca bir radyoda ajansı dinleyen babam yüzünden sessiz yenilen yemekler. Anamın yorgun yüzünde tebessüm, kardeşimin haylaz koşturmacası.

İlkbaharda meyve kokardı kasaba yazın, şehirden gelenlerin renkli elbiselerinden baharat, sonbaharda yağmur, kışın soğuk kokardı.

Babam o yaz bir heyecan ile geldi eve. Uzun yıllardır görmediği bir sevgiliden söz eder gibi istanbuldan söz etti.

Otobüs biletleri hazırmış, akrabamız varmış İstanbul’da, ayrıca amcamda bizi bekliyormuş. Kıştan bu yana mektuplaşılmış.

Babamın yüzündeki heyecan anamın telaşesine karıştı. O hafta anam harıl harıl çalıştı elbiseler hazırlandı, valizlere parça parça eşyalar yerleştirildi. Anam kömür ile çalışan ütüsü ile her şeyi tek tek ütüledi, en son bavula koymak için şarkılara astı.

Babam sandıklara, küçük çuvallara kasabanın mahsülü hediyelikler hazırladı.

Bir öğle vakti Chevrolet taksi çağırdık evin önüne geniş deri koltukları, pelüş ön tarafında renkli ışıkları ve hayvan bibloları ile homurdanarak geldi. Eşyaları bagaja yükledik babam ve ben ön tarafa bindik. Mahalle çeşmesini geçtik, bakırcı ustalarının, demirci çıraklarının yüzlerini seyrettik.

Otobüs bekliyordu bizi. Muavin bavullarımızı yerleştirdi. Beyaz gömleği kırmızı kravatı ile şöför koltuğuna oturdu.

Yolculuk başladı.

Sabah gün ışıdığında bozkırlar, silik ışıkları ile köy evleri, kasabaların ağaçlı girişleri, otobüs terminalleri, acı çayların içildiği köhne restaurantlar bitti. Bir deniz göründü. Ara ara kaybolan, ara ara aniden önünüze çıkan masmavi bir deniz.

Küçük balıkçı barınakları, tren rayları, kara dumanı ile sakin ama gürültülü geçen tren katarları, köy dolmuşları, çokça mavi, çokça yeşil. Heyecanla dışarıyı seyrediyordum.

Babama döndüm. “Baba neredeyiz” dedim. Biraz etrafına baktı, düşündü hesapladı,” galiba Gebze burası oğlum” dedi.

Döndüm tekrar cama, dışarda sararmış tarlalar, zeytin ağaçları, aralarında tek tük atölyeler, fabrikalar. Küçük bir mesire kasabası gibi ama düzensiz ve özensiz.

Kısa sürede otobüs terketti Gebze’yi sonra küçük, küçük birkaç ilçeyi.

Bir büyük iskelede durdu. Vapura bindik. İndim otobüsten. Burnumda serin bir deniz kokusu, vapurun sintinesinden gelen mazot dumanı. Aralarda koşturan çocuklar, kenarda oturup vapurun dalgalarını izleyen sevgililer, meraklı ve gürültücü martılar.

Babam bize tost ve ayran aldı.

Tahta masalarda yedik büyük bir iştahla.

Babam heyecanlı çocuklar gibiydi.

Martılar tepemizde uçuyordu, gemiler, takalar, kayıklar geçiyordu sağımızdan solumuzdan.

Vapurlar gürültülü sirenleri ile birbirlerine selam veriyor, kayıkçılar büyük kürekleri ve terli alınları ile denizi fethetiyordu.

Vapur bir başka iskelede durdu.

Doluştuk otobüse. Kalabalık bir şehir.

Bakımlı ve uzun topuklu kadınlar, ceketli kravatlı erkekler, üniformalı fabrika çalışanları, seyyar satıcılar, büyük kuyruklu homurtulu otomobiller.

Babam sarıldı bana. “Burası istanbul oğlum” dedi.

“Dünyanın en güzel şehri.”

Çok yıllar sonra babamla Gebze’nin sokaklarından yola çıkıp kalabalık, düzensiz, yeşili kalmamış mahalleleri, mavisini kaybetmiş deniz görerek İstanbul’a ulaştık.

Babam aynı çocuk heyecanı ile kullandığım arabanın camından dışarıyı seyretti uzun zaman. 

Vapur ile karşıya geçtik.

Tost ve çay aldım ona. Çayı da tostunda beğenmedi. 

İskelede indik. Boğaz kıyısında dolaştık biraz.

Gürültülüydü şehir ama neşesizdi, soluktu, ruhsuzdu.

Babamın eski sokaklarını aradık, çoğu yoktu.

Geçmişin lezzetlerini koklamak istedik değişmişti.

Martılar uçuyor, vapurlar çalışıyor, insanlar sokaklarda akıyordu.

Biz İstanbul’un yabancısıydık.

Babam yüzündeki hüzün ile bana baktı. “Dönelim oğlum”dedi. “Bizim hayalimizdeki İstanbul’u kaybetmeyelim”.

Döndük.