Bugün sevgili Yüksel Ercan köşe yazısında “mevsim artık sonbahar” diye yazınca benim de birkaç kelime etme zamanım geldi diye düşünüyorum.
Sevgili Yüksel benim yazılarımı hep günün siyasi ve ekonomik durumu dışında bir eli yağda bir eli balda lümpen yazar makaleleri olarak değerlendirir.“Memleketin bu kadar derdi varken yazdıklarına bak” diye de takılır mutlaka.
Bugün sonbahar mevsimini yaşamın sonbaharı olarak yorumlayan yazısını okuyunca hem bir taraftan sevindim yavaş yavaş bana benziyor diye, bir taraftan da artık hazan mevsimine girmiş bir adam olarak hüzünlendim.
Gazeteciler sert ve net yazarlar; bugün Ercan kış mevsimi öncesindeki zamanlarımızı yazmış kendi de içerisinde olduğundan.
Çocukluğumuzda ya da gençliğimizde yaşadığımız bazı mevsimlerin etkisi orta yaşı geçince çok değişiyor.
Çocukluğumda sonbahar okula başlama heyecanı ayakkabı, önlük kitap defter alma koşturmacası, bitmemiş ödevler nedeniyle yaşanılan korku demekti.
Yaşanılan bu küçük kasabalarda, ağustos sonu eylül başında kumaşlar alınır pantolon ve gömlekler dikilir, okulun açılacağı hafta sonu berberlerde saçlar kesilir düzeltilir, kasabanın ayakkabıcısında bir süre beklenir ve okul ayakkabısı alınır.
Spor için eşofman seçilir, önlüklerin bozulmuş yakaları yenilenir, bir önceki senenin ödevleri apar topar bitirilmeye çalışılırdı.
Okulun açıldığı ilk gün kara tahtaya yazılan kırtasiye listesi deftere temize çekilir, kırtasiyeden bu liste temin edilir, rengarenk kalemler, güzel kokulu silgiler, kalem kutuları, çantalar uzun uzun seyredilir, bu alışveriş çoğunlukla alınamayanlar nedeniyle hüzünlü biterdi.
Kış mevsimi okulun koşturmacası, soğuk ve bir gece önce sert bir rüzgâr sonrasında lapa lapa yağan kar demekti.
Mahallelerin solgun ışıklı sokak lambalarının altında kardan adamlar yapılır, üşüyen eller koltuk altında ısıtılır, kartopu ile yorgun düşen bedenler, soba kenarlarında uyuyakalırdı.
Sabah bu kar şamatası sınıflar arası kartopu savaşları, sınıflarda soba kenarına konulan sandalyelerde kurutulan pardösüler, soba üzerinde koku yapan portakal kabukları ve okul hademesinin sınıflara dağıttığı ekşi mayalı çörek ve süt ile ısınılan günler demekti.
Kış günlerinde kasabanın küçük dükkanlarında toplanıp kahvaltılar yapan esnaf camlardaki buğu kadar sessizleşmek, çaycıların buharı tüten çayı dağıttıkları tepsi, dükkanların önündeki karı küreyen çırakların birbirleri ile ustalar görmeden kartopu oynaması, akşam hava kararınca kapatılan dükkanlarda soğuk ve yürünülen karlı yollarda yalnızlık demekti kış.
Oysa şimdi geriye sadece bu yaşananların anıları kaldı.
Sonbahar koşturmacaları ve heyecanı çocuklar için olabilir belki ama bizim için üşüme korkusu ile sırtımıza geçirdiğimiz kaban demek.
Kış ise düşmemek için çok daha dikkatli yürümek, mümkün olduğunca sokağa çıkmamak, kaloriferli evlerimizde hapsolmak demek.
Oysa artık yıllardır günlerce kalan kar yağmıyor yaşadığımız kentlere.
Lapa lapa yağan kar yok, yolları kapatan, çatıları küremek gereken, sokakları temizlemek gereken kar yok.
Yani artık kış yok.
İşte bu sebeple kışın gelmesinden korkma Yüksel Ercan.
Zaten korksak da bir gün o kış mutlaka gelecek.