Orta yaş yazarları ki birini ben yakından tanıyorum makalelerinde tecrübelerini anlatırlar.

Aslında anlattıkları tecrübe, yıllar boyunca yaşanmışlıklar, ihanetler,başarısızlıklar içerisinden geçen demlenip, saflaşan bir yalnızlıktır.
Yılların izleri önce yüz ve ellerine yapışır, sonra hızla geçen her yıl kalbinde geri dönüşsüz bir çarpıntı bırakır.

Gökyüzünü gördüğü gün sayısı artınca yapılamayanlar, eksik kalanlar akla gelir ve sanki bir tepeden yuvarlalan taş misali alel acele yaşanabilmenin yollarını aranır.

Sonra bildiğiniz ikinci yarı hikayeleri.

İkinci yarı filan yok aslında hayatta.

Tüm maç bir devre ve süresi, seyredeni çok değişse de sonucu belli bir maç.

Bu maçta doğuyorsun, telaşlı bir annenin titreyen ellerinde sıcak göğsünde büyüyorsun, sokaklarda değişen iklimler kadar sık değişiyor her yılın bir öncekinden. Bir koşturmaca ile okullar, iş bulmanın tuzlu heyecanı, evlilik, doğan evladın hiç unutamayacağın kokusu.

Sonra geçen yıllar, geçen yıllar, geçen yıllar. Bir gün bir anda her şey bitiyor.

Yani ne ilk ne ikinci yarı son, bildiğin “The End” geride bırakabilirsen hoş seda biraz da iç sızlatan anı.

Bu ikinci yarın heveslisi yazarlara takılmayın.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuzbeş yaş” şiirini söyler dururlar.

Mesele hayat bitmeden ne yakalarsak o. “Sağlık her şeydir” derler aslında sağlıktan bekledikleri biraz daha uzun yaşamak belki alel acele yeni yaşanmışlıklar.

Yani hayatı devrelere ihale ederek, zaman kazanmak, rakibe top kaptırmamak, fırsat gölü atma çabası.

Başta Yüksel Ercan olmak üzere bu orta yaşlı yazarlara hatırlatmam gereken şey devrelere değil yaşanılana bakmak ve olabildiğince yaşayabilmek.

Bunun dışında ne Cahit Sıtkı ne iddialı yaşam öğütleri geçip giden hayatı renklendirmez ve yenilemez.

Asıl önemli olan galiba küçük şeylerden zevk alabilmektir.

İşte bunu yapamazsanız Yüksel Ercan gibi, kalp krizinden, ölümün yaklaştığından, ikinci yarıdan söz eder durursunuz.

Son söz ve sevgili yazarın makalelerindeki en doğru söz“hayatı fazla ciddiye almamak. Gerisi hikâye…”