Yaşam gezinen bir gölgeden ibaret; Zavallı bir komedyen, bağıra çağıra saatini doldurur sahnede ve bir daha duyulmaz olur sesi; bir ahmağın anlattığı masaldır bu, avazı çıktığınca, hiddetli ve hiçbir anlamı olmayan.

O sene tıp fakültesindeki eğitimim bitmiş, mezun olmuştum.

Zorunlu hizmet kurası için bekledim birkaç ay. İzmir’de sıcak bir yaz geçirdim, aklımda onlarca soru. Sokaklarda gezdim, iskelelerde soluklandım. İzmir’in ekşi tütün, naftalin kokan dükkanlarında pazarlıklar yaptım.

Bedestende salça ve yumurta ile pişirilmiş sandviçler ile karnımı doyurdum.

Karşıyaka iskelesinde, dolmuş duraklarının gürültüsünde, haylaz martıların uçuşmaları altında bira içtim bonfrit yedim. Günler aktı geçti. Bakanlık belgesini alınca posta kutusundan, anam hazırlıklara başladı.

Çok paramız yoktu. Çekiliş Ankara’da.

Nereye atandığımı öğrenir öğrenmez evrakı alıp zorunlu hizmete başlamak istiyordum.

Bir akşam üstü bindim otobüse bütün bir gece süre yolculuk ile Ankara’ya ulaştım.

Yıllar önce çocukluğumda acı ile hatırladığım o gri şehir tüm karmaşası ile yaşıyordu. Terminalde anadolu kokan, sigara kokan otobüslerden inenler,  binenler , uykulu muavinler, gürültülü seyyar satıcıların içinden geçtim.

Çekilişin yapılacağı salona elimde bavulum, yüzümde soğuk, kısa taksi yolculuğu ile ulaştım.

Bakanlık sokağında duvarları üst  üste boyamalar nedeniyle yer yer kalkmış, camlarında kirli bant izleri, ahşap bir yangın söndürme ünitesi, üzerinde kırmızı kovalar, hemen üstünde Atatürk resmi ve bir Türk  bayrağı. 

Salonun kırmızı, derileri bozulmuş koltuklarında bekleyenler. İçeride  kalabalık ve gürültülü bir telaş vardı.

Salondan hafif yüksek kürsünün önünde uzun bir masa arkasında çekiliş  jürisi, arkalarında bir kara tahta. Beyaz bir tebeşir ile tarih ve çekiliş numarası.

Birkaç tane çekiliş torbası, bir noter katibi bir iki masada daktilolar, cızırtılı, sesi ara ara azalıp çoğalan bir hoparlör, üzerindeki boyası kalkmış bir mikrofon.

Uğultulu bir karmaşa, tozlu kirli insanın içini karartan bir hava vardı. Heyecanlı bir bekleyiş sona erdi. Yaşlı ak saçlı bir adam elindeki metin’i okudu cızırtılı mikrofondan.

Askeri temsilci ve noter katibini tanıttı. Arkalardan bir uğultu ve gülüşme geldi.

Salonun önünde oturanlar geriye döndü. Yakışıklı orta boylu bir adam etrafında birkaç kadın tombul yüzlü bir arkadaşı ile gürültülü bir sohbetteydi.

Ak saçlı adam kibarca uyardı.

Ama dinlemediler.

Sadece onların gürültüsü. Bir süre sonda homurdanmazlar başladı.

Hoparlörün cızırtısı arttı.

Ak saçlı adam sert ve yüksek bir ses ile tekrar  uyardı, herkeste  tam bir sessizlik.

İsim okunarak kürsüye çağırılıyordu doktorlar. Bir torbadan çekiliş yapılıyor, ak saçlı adam tayin yerini okuyor, yazmanlar önlerindeki listeye kaydediyorlardı.

O yıllarda türkiye karışık.

Doğuda ciddi terör var.

Köyler değil neredeyse mezralara doktor tayin ediliyor.

Yollar kapalı, gece seyahatleri yok, caddelerde silah sesleri, karanlık korkulu yıllar.

Gazetelere basılan köyler, öldürülen öğretmenler, pusu kurulan askerler silah ve ölüm.

Genç hekimler isimleri okununca derin bir nefes alıyor sahneye yürüyorlardı.

Torbadan hep doğu hep mezra isimleri çıkıyordu. Sakin ve sessiz yürüyüşler ile sıralarına geri dönüyorlardı.

Bir kadın doktorun ismi okundu. Yerinden kalktı heyecan ile yürüdü. Ellerinin titrediği o kadar netti ki kalbi çıkacaktı sanki yerinden.

Torbaya elini soktu, bir kağıdı ak saçlı adama uzattı. Adam cızırtılı mikrofona dudakların yaklaştırdı, “Eruh” dedi. Kadın çığlıklar içinde ağlamaya başladı. “Hayır annem ölür orada bakamam annem ölür hasta o” diyordu.

Çığlık çığlığa ağlıyordu. Ak saçlı adam şartına dokundu, sakinleştirmeye çalıştı. Kadın yavaş adımlar ile salonu terkediyordu. “ bir tek annem kaldı, o oralarda ölür bırakamam geride de ölür.” diyerek gözden kayboldu.

Salonda tam bir hüzün vardı. Arkalarda yine yakışıklı orta boylu adam ve çevresinde laubali gülüşmeler.

Beni çağırdılar.

Kürsüye gittim.

Suratı tuz, buz olmuştu ak saçlı adamın, acı çekiyordu, alnında soğuk birkaç damla ter.

Torbaya elimi daldırdım. Çektim verdim.

Gümüşhane.

Adam yürüyüşündeki aksamayı görmüş olmalı ki “doktor bey neden sağlık durumunuzu bildirmediniz mazeret kurası çekerdiniz” dedi. “Çalışırım mesele değil teşekkür ederim” dedim. “Hayırlı olsun” dedi.  

Oturduğum koltuğa döndüm.

Çekilişin sonuna kadar bekleyip evrakı elden almak ve tayin yerine gitmekti amacım.

Genel atamalar bitti sağlık ve mazeret atamaları başladı.

Önceki hiçbir çekilişi takip etmeyen askeri üye sağa sola işaretler etmeye mikrofondan uzak konuşmalara başladı.

Peş peşe istanbul ve Ankara da ki yerlere tayin olanlar yüzlerinde tebessüm ile yerlerine oturuyorlardı.

Sıra orta boylu yakışıklı adama geldi.

Torbaya iki tayin yeri kondu. Birini çekti. İstanbul’da bir yer.

Kahkaha attı, etrafındakiler alkışlamaya başladı.

Askeri üye masadan elini uzatıp tebrik etti. Salondan bir uğultu yükseldi. Orta yaşlı bir adam yerinden kalktı. “Ne mazeretin var bilmem delikanlı ama saygın yok onu biliyorum” dedi.

Salon sustu.  

Yakışıklı doktor ve arkadaşları hiç takmadan kendilerine söyleneni salonu gülerek terketti.

Ak saçlı adam torbayı sıktı, askeri üye kafasını öne eğdi. Yıllar sonra o mazeretli arkadaşın bir dansçı ve sanatçı olduğunu öğrendik.  

O gün, mesleğimin  ilk durağında anladım ki; istenirse her şey için mazeret bulunur.

Mazereti de bulabilenler hep olur. Bizler zavallı komedyenler bağıra çağıra zamanını doldururuz.

Bizim gibi ahmakların anlattığı bir masaldır.

Komedyenler gibi.