Karanlık bir Ankara akşamında elimde tayin kağıtları, bavulum, yüreğimde tutuklu bir kuşun ürkekliği, otogarda otobüsün perona girişini bekliyordum artık.

Hava karardı mı sokakları boşalır, sokak satıcıları, dükkan çırakları yüzlerinde yorgunluk telaş ile son işleri bitirirler ve Ankara geceye teslim olurdu o yıllarda.

Soğuk çatılara buz, camlara buhar olur otobüsler tıka basa dolar, yollar çamur sonrasında gece kar ile beyaza boyanırdı.

Beni Gümüşhane’ye götürecek otobüs perona girdi. İnce bıyıklı sert  ve dik saçlı şöför hızlı adımlar ile indi arabadan, muavin limon ile yatırılmış saçlarını düzeltti  elinde bagaj kağıtları, bagajı açtı beklemeye başladı.

Bavulunu düzgün istiflemek isteyen yolcular  son bavul yerine konana kadar beklediler.

Ellerinde torbaları ile kadınlar, deri çantaları ile adamlar koltuklarına oturdu. Peron görevlisi kirli sakallarını kaşıdı kulağının arkasındaki kalemi eline aldı, koltukları kontrol etti.

Sayımı tamamlayınca otobüsün ön camına sileceğin altına yerleştirdiği ve tebeşir ile güzergahı ve saati yazan tabelayı çıkardı yerinden. Şöför koltuğa oturdu.

Korna sesleri muavinin manevra çığlıkları şaşalı bir gürültü ile yolculuk başladı.

                Ankara’yı terkettik önce. Soğuğun evlerin camlarını kararttığı sakin köylerden geçtik.

Camilerin ve sokak ışıklarının aydınlattığı köy meydanları, sokak köpekleri, açık ağıllarda hayvanların buharlı kalabalıkları.

Yokuşlar çıktık yokuşlar indik.

Bir iki şehir sonra karanlık bile olsa denizin silüeti vurdu yüzüme.

Karadeniz derin virajların dar yolların denizi bir görüp bir kaybettiğin kasabaların memleketidir.

Hiç bitmeyen sıvasız ahşap evler altlarında açık kilerler, kilerlerde asılı mısırları olur evlerin.

Hiç bitmeyen odun dumanı, sahillerde kayalıklar, sırtlarını yalçın tepelere bu tepelerin üzerinde ormanlara dayar.

Ormanlar rengarenk yeşildir.

Sayılamayacak kadar çok yeşil tonu görürsünüz.

Sahilde sırt sırta evler tepelerde yalnızlaşır.

Tek bir ev önünde dar bir taraça, kenarında bir elektrik direği, pencereden yansıyan sarı ampül ışığı.

 Sabah oldu yolun son birkaç saati kaldı geride. Sahilde bir restoranda durdu otobüs.

Odun dumanı, yemek kokusu, buhardan görünmeyen çorba tencereleri, uykusuz garsonlar, koca göbekli aşçının yorgun yüzü.

Karadeniz’de ne yerseniz yiyin mutlaka odun kokusu bulaşır, biraz kara lahana ve mısır kokusu tereyağı ile sizi doyurur.

Çorba içtim.

İnce belli bir bardak ile kırmızı bir çay.

Karadeniz’de her şeyi ihmal edebilirsiniz ama çay bir törendir.

Orada yaşadım, hiç rengi solmuş, bayat çay içmedim.

Karadeniz hırçın ve dalgalıydı.

Restoranın bacasından çıkan duman rüzgar olup dağlara taşınıyor, dalga sesleri rüzgarın uğultusuna karışıyordu.

Garson bir çay daha koydu masama sigara içiyordum. “Ha şu mereti içmesen ne olur da” dedi.

Yüzünde soğuk bir tebessüm. “Yenisin nereye giduysun?“Gümüşhane” dedim. “Napaysun orda?” “Doktorum” dedim. Gözleri büyüdü “oy ha bide doktor at şu mereti at” dedi.

Gülümsedim.

Söndürdüm sigarayı.

Karadeniz’de  yaşarsan ucu sert eleştirilere alışacaksın bu işte ilk ikazdı.

Anons başladı.

Otobüse bindik tekrar.

Otobüs artık karadeniz kokuyordu.

Kıvrımlı yollardan virajlı tepelerden geçtik.

Sabah uyanan çocuklar sırtlarında okul çantaları, yanlarında sokak köpekleri okullarına gidiyor. Uyanamamış kadınlar, erkekler dolmuş bekliyor sokaklar hızla canlanıyordu.

Karadeniz’de bütün kasabalar bir duvar mesafesinde komşudur birbirine.  

Sanki çok uzun bir kentin uzun bir sokağı gibi. Bakkallar yeni kepenk açıyor, memurlar üşengeç  adımlarla iş yerlerine gidiyor, sokak çöpçüleri  kahvehane masalarında  kahvaltılarını yapıyordu.

Karadeniz’e akan dereler üzerinde korkulukları mavi boyalı köprüler, altında kızgın, gürültülü ama temiz akan dereler, deniz kenarında kıyıya vuranları toplayan yaşlı adamlar, küçük balıkçı barınaklarına yeni yanaşmış balıkçı teknelerinde heyecan ile kasaları sahile taşıyan balıkçılar,  kasalarda kurşun renkli cıvıl cıvıl balık, tepelerinde deniz kuşları.

İzmir’den sonra bir başka deniz ama deniz diye düşündüm.

Tirebolu’da bir köy garajında indim.

Öğleye kadar bekledim.

Bol çay, öğle yemeğinde yenilen kuru fasülye ve bol tereyağlı pilav.

Bir köy dolmuşuna bindik.

Karanlık vadiler, bozuk yollar, gürültülü akan derenin üzerindeki eğreti köprülerden geçtik.

Yalçın kayalıklar üstünde küçük mezralar, yeşil, çokça kaya, insan eli ile yapılmış küçük tarlalar.

Birkaç ineklik küçük sürüler.

Sokaklarda yağmur ve çamur, dükkanlarda asılmış rengarenk kumaşlar.

Yağmur artmış yol kararmıştı.

Yanımda oturan sakallı amcaya döndüm. “Cayra nerede kaldı amca?” dedim.

Döndü dışarıya baktı. “Ha bu derenin içinde” dedi.

Yolun kenarında bir dar yol, aniden biten bir viraj. “Teşekkür ederim” dedim.

Yağmur dolmuşun sileceklerinde dağılıyordu, bulutlu ve karanlık virajlar geçiyorduk.

Uzun süre yaşayacağım o derenin dibindeki cayranın  yanından geçiyorduk.