Cayra bir büyük nehirin dibi. Tepesi kel kayaların, rüzgarlı yamaçların, sık yağmurlu iklimlerin memleketi.

Çatıları yağ tenekelerinin düzeltilmesi ile kaplı, kalın ağaç kolonlarına mısırların, üzümlerin asıldığı, duman, ekşi kara lahana kokan, küçük bahçelerinde kara tavukların eşelendiği Cayra.

Bulutlu akşamüstlerinde içinden geçerseniz kahvehane önlerinde çocukça yaramazlıkları ile sigaralarını tüttüren nasırlı elleri ile çiftçiler, sert bakışlı utangaç, başlarında rengarenk örtüleri ile hızlı adımlarla yürüyen kadınlar, analarının arkasından ağlayan pembe suratlı çocukları ile neşeli bir kasabaydı.

Kısa ve keskin bir dönüş ile sert bir rampa ile inilirdi. Kasabanın girişinde solda bir kahvehane sağda ekmek fırını, geniş bir boşluğun dereye yakın sınırında iki üç katlı, temelleri derenin çağıltısında kaybolmuş evler dükkanlar, karşı tarafta çokça ev ve birkaç tane otel.

O koca boşluğun çamurlu boşluklarında üşengeç sokak köpekleri.

Sağlık ocağından ağır adamlarla indim. Kahvede oturanlar tanımadıkları bir yüzü merakla takip ettiler. Kasabadaki ilk günümdü. Gelen hastalara bakmış ve öğle tatilinde dışarı çıkmıştım. Sağlık ocağı yolun sağında dereye de uzak. Önünden küçük bir su akar. Önde sağlık ocağı arkasında lojmanlar.

Lojmanlar arasında her lojmana ait birkaç metrelik bostanlar. Sağa sola atılmış eski ev eşyaları, çürümüş soba boruları. Paslı ana kapıyı iki yana açınca belkide o coğrafyanın en ışıklı holü, sekreter odası, kirli boyası dökülmüş masalar ve daktilo makinası, doktor odasının kenarında bir muayene masası kirli bir soba.

Bir sonraki oda doğumhane hemen sonrasında küçük bir laboratuvar. Kapıda garajın dışında eski bir jeep. Işıklı holden çıktım. Kahvehaneyi geçtim. Karnım acıkmıştı. Bir tane lokantası vardı kasabanın.

Dere kenarında, devamlı bacası dumanlı bir dükkan. Kapıyı açtım içeri girdim. Arkada bir mutfak ortada kocaman bir ocak odun ile yapılıyor yemekler.

Çok çeşit yok. Mutlaka pilav, kuru fasülye, kara lahana çorbası, turşu fasülye yemeği, ara sıra değişik yemekler de yapan kirli sakallı ahçı ve incecik bıyıklı bir garsonu var. Selam verdim içeri girdim. Masaya oturdum. Garson sırtına asılı bir bezle sildiği bardağı ekmeği ve suyu masaya koydu. “Buyur abi ne istersin?”diye sordu.

Çorba istedim sonra kuru fasülye.

Alüminyum tabaklar ile yemeklerim geldi.

Ekmek daha yeni sıcacık.

Yemeğimi yerken etrafımda lise çocukları belirdi. Masalara utangaç adımlar ile oturdular. Önlerine birer kap yemek kondu. Bol ekmek ile hızlıca yiyip kalktılar. Geçerken biri yanımda durdu gülümsedi. “Doktormuşsunuz hoş geldiniz, allah nasip ederse bende doktor olacağım” dedi. Teşekkür ettim. “Sağlık ocağına gel konuşalım” dedim.

Büyük bir heyecan ile çıktı dükkandan. Garson ve ahçı doktor olduğumu duyunca masamın kenarında belirdiler. Garson “doktor bey hoş gelmişsiniz. Lokantamıza şeref verdiniz. İstediğiniz yemek olursa akşamdan söyleyin yaparız nasıl beğendiniz mi kasabamızı?”dedi.

İnce belli bardak ile verdikleri çaydan aldım bir yudum. Yüzlerine baktım “teşekkür ederim . Hoşbuldum. Tabi ki beğendim. Uzun yıllar beraber olacağız bu kasabada.” dedim.

Kalktım. Hesabı istedim. Para almadılar. Dışarı çıktım hava kapanmıştı.

Derenin sesi artmıştı, yağmur çiselemeye başladı. Yüzüme rüzgar vurdu.

Sokakta liseli çocuklar şakalaşıyordu.

Ekmek fırınında bir çocuk kedisini seviyordu.

Yeni bir hayat başlamıştı.