Harşit’in gürültülü isyanı, başıboş köpeklerin üşengeçliği, tütsü kokan baca dumanları caddede, burunu yakan yemek kokuları ve yeşilin huzuru ile geçiyordu günler.

Kış bitmiş ilkyaz kapıyı açmıştı.

Soğuk ve kar yerine artık yağmur zamanıydı.

Anadolu da yetiştim ben.

Yağmur yağdığı zaman toprak kokardı burnuma. Burada yağmur yağdığında biraz ekşi, biraz odun, çokça rutubet kokuyordu.

Ancak yaşanıldığında ve koklandığında anlaşılabilir anlattıklarım. Yağmur önce tek tük sonra bardaktan boşanırcasına en sonunda hiç durmadan aynı hızda akar, ellerinde çantaları üzerlerinde naylon çuvallar ile öğrenciler, yağmura inat sadece kazakları ile pembe yüzlü kadınlar yürürdü sokaklarda.

Evlerindeki küçük pencerelerinden sokağı seyreden yaşlılar dudaklarında sarma sigaralar, saçak altlarına saklanan kediler köpekler, ahırlarda üşengeç geviş getiren inekler ve çocuklar avlularda inadına ıslanırlardı. Anneler ıslanan çocukları avaz, avaz  çağırır, bu gürültüyü ani gök gürültüleri sustururdu.

O hafta yağmur hiç durmadan yağdı. Sokaklarda çamur, camlarda buğu, kurulan sobaların üstünde yemekler pişiyor, akşam olduğunda silik sokak lambalarının altında sanki bir kartpostaldaki gibi kar yerine yağmur serpiliyordu.

O sokak lambaları da olmasa anlaşılmaz bir huzur ama derin bir korku hissediyordu insan.

Lojmanımda birkaç gündür elektrik kesikti. Camın kenarında bir gaz lambası, odanın köşesinde sobanın ışığı.

Bir masalın, eski bir kitabın okunurken yarattığı bilinmezlikleri görüyordum cama yansıyan ışıktan.

Akşam sağlık ocağının önündeki o küçücük dere yaramazlık yapınca biraz artıp suyu ocağa girince kum torbaları ile akışını değiştirmiştik. Akşam için nöbetleşe uyumaya karar vermiştik.

İlk nöbet benimdi.

Uykum gelene kadar ben tutacaktım.

İyi bir banyo yaptım önce ardından soba üzerinde demlenen çay ve uzun zamandır bitirilmeyi bekleyen bir kitabın son sayfalarını tamamladım.

Kitabı masanın üzerine bırakıp pencerenin yanındaki somyaya çıktım.

Dışarıyı göremiyordum.

Pilli fenerimi buldum. Camdan dışarıyı aydınlattım.

O küçük dere çağıldayarak, lojmanın duvarlarına vura vura akıyordu. İ

çim ürperdi. Yağmur hızlanmıştı, camdan titreyen gaz lambası ışığında gözüm dışarıda dalmışım.

Bir anda akan su sesinin azalması ile kendime geldim. Fener ile caddeye baktım o çıldırmış akan derenin suyu kesilmişti.

Yağmur yağıyordu.

Su kesilmişti.

Birden aklıma yukardaki menfezin tıkanmış olabileceği geldi. Yukarıda su birikiyordu ve kocaman bir baraj oluşuyordu. Hızla parkamı giydim, feneri aldım, köpeğimi çözdüm.

Etrafımda heyecan ile koşturuyordu. Kapıları hızlı hızlı çaldım. Tüm personeli hızla uyandırdım.

Sadece Sevgi hemşire ve çocukları bir türlü uyanmıyordu. Kapıyı çalıyorduk deredeki gürültü yeniden artmaya başlamıştı.

Büyük bir gürültü ile baraj taşmıştı belli ki. Benim lojman ve yanındakileri su çevirmeye başlamıştı.

Kapıyı açtı Sevgi hemşire çocukları kucağımıza aldık.

Hızlıca duvar atladık ve yüksek bir yere çıkıyorduk.

Derenin tersine bir yamaca doğru yürürken bir an feneri geriye tuttum.

Tüm lojmanlar su altındaydı.

Yıllar boyu emekle ve büyük hayaller ile yerleştirilen evlerimiz yoktu artık.

Gözlerim doldu.

Okul yıllarım, açlıklarım, hüzünlü ayrılıklarım geldi gözümün önüne.

Bir de konservatuvarda yönettiğim oyunun final tiratı “Dopdolu yaşarız bu güzel dünyayı. Güneş anılar ile doğar sevgiler ile ısıtır içimizi. Yüreğimizin sesini dinleriz.

“Bugünde geçecek, gün ağaracak hayat kaldığı yerden devam edecek” dedim, gözlerimi sildim.

Yağmur yağıyordu, gece sürüyor, hayat kaldığı yerden devam ediyo