“Zahide kurbanım n’olacak halim,

Gene bir laf duydum kırıldı belim,

Gelenden gidenden haber sorarım,

Zahide’m bu hafta oluyor gelin”

(Neşet Ertaş)

Tahta köşeli valizimi muavinden alıp bir hayat macerasına atılalı neredeyse kırk yıl olmuş. Bir eylül ayı idi. İzmir’den anamın gözyaşları ile ayrılmış, neredeyse tüm gece süren bir yolculuk Kayseri’ye taşımıştı beni. Akşamüstü otobüsün penceresinden Ege’nin tütün tarlalarını seyretmiştim.

Tütün ege’nin ışığıydı o yıllarda. Köylerin meydanlarında traktörlerin farları, tarlaların kenarında lüks ışıkları altında dizilen tütün tablaları, çocukların haylaz koşturmaları, bu heyecana katılan köpekler, tavukların ördeklerin telaşeleri ile bütün gece bir cümbüş sürerdi.

Dizlerine kadar deri körüklü çizmeleri boyunlarında renkli bağları ince bıyıkları ile köy erkekleri, rengarenk yemenili kadınlar ellerinde altın sarısı tütün rengi. Sabah ilk ışıkları yorgunlukları yüzünde recberlerin, tütün kırım vakti.

Öğleye doğru susardı ege, uyurdu. Bayramlar seyranlar düğün alayları, taze zeytinyağı kokusu tütünün satıldığı günlerin mutluluğu. Arabalar değişir, traktörler yenilenir, evlere yeni eşyalar alınır, bol takılı düğünler yapılırdı. Beyaz badanalı evlerde ekşi kızartma kokusu, et yemeklerinin baharatlı tütsüsü ve anason kokardı.

Soluk ışıklar geceyi ışıttığında oturduğum koltukta geleceğimi düşünüyordum. Otobüsün radyosundan Bediha Akartürk türküleri çalıyordu. İncecik bir ses yüreğimi yakıp geçti. “Zahidem” i söylüyordu.

Sözlerini cızırtıdan anlamasam da belki gurbet yolculuğundan içimden bir acılı rüzgar geçiyordu. Sigara içilirdi o yıllarda arabalarda. Çıkarıp çantamdan bir sigarada ben içtim.

Akşamın ortalarında kadınlar bohçalarını, poşetlerini açtılar meyve, börek çıkardılar, açlıklarını yatıştırdılar. Muavinler sadece su servisi yaparlardı o yıllarda. Uykum yoktu ama içimde tarifsiz bir yorgunluk. Geleceğim asfaltın gri, siyah karanlığında akıyordu.

Önce bir Anadolu kasabasında başlamıştım ilkokula. Babam memurdu. Ardından ayağımdaki hastalık ve ameliyatlar nedeniyle Ankara’ya tayin olmuştuk. Ortaokul orada. Emekli olunca babam İzmir. Şehrin varoşlarında bir apartman dairesi, rengarenk öğrencileri ile bir gecekondu lisesinde biten okul.

Galiba en önemlisi hemen o yıl yaşanan ihtilal. İhtilale bir yolculukta yakalanmıştım. Terminalde iki gün hapislik. Ardından İzmir’e dönmüştüm. Sokakları kararmıştı. Bir akşam evden benide aldı askerler kısa bir Narlıdere macerası. O gün sırada beklerken soğuk, çiseleyerek yağan yağmur iliklerime kadar işleyen bir korkuyu hatırlıyorum sadece.

Lise bitince kazandığım öğretmen okulundan tekrar girdim sınava ve tıp fakültesi. İhtilal üzerimizde karabasandı o yıllarda. Öğretmen okulu İzmir’de en iyi bilinen okullardan. Ağaçlar içerisinde huzurlu bir okuldu. Binalarındaki tekdüzelik, öğrencilerinde farklılaşırdı.

Tiyatro salonunda, müzik odalarında, bölüm binalarında kuyruklu piyanoları, yemekhanesinde adet ile verilen meyvesi, kantinde çalan çok sesli müziği ile farklıydı. İhtilalden sonra eklenen yegane şey haki elbiseleri, kollarında kırmızı bantları ile askerler ve silahın soğuk rengiydi.

Otobüs Ankara’ya girdi. Hayatımın bir kısmının geçtiği şehir. Terminalde bekledi otobüs biraz. İndim nefes aldım. Genzimi yakan kömür kokusu. Bezgin sokak köpekleri, bilet gişelerinin rengarenk floresanları, koltuklarda uyuyan insanlar, sigara kokusu.

Özlediğimi söyleyemem ama içimi ürpertti biraz. Benim için ameliyatlar ve acı dolu yıllar demekti. Muavin hepimizi uyardı bindik tekrar. Şehiri terkettik uzun bozkırlar geçtik, silik köy evleri, saman sarısı avlular, sabahın ilk ışıkları ile yola koyulan sürüler ve onların kaldırdığı toz.

Çobanların ve çoban köpeklerinin telaşsız hareketleri. Sabah ışıkları otobüsün camına vuruyordu artık.

Radyoda Neşet Ertaş türküleri. Neşet Ertaş “zahidem” i söylüyordu. Garip işte Anadolu’da bir türkü acıyı ve ortaklığı anlatıyor yüzümüze tokat gibi çarpıyordu. Yıllar boyunca her yolculuğumda yoldaş oldu bana bu türküler.

Bozkır sarısı toprak rengi, kavakların yeşili ile geçilen yollar. Bir nehiri geçtik sonra sağlı sollu kavaklar arasından uzun bir yol geçtik.

Kayseri’ye girdik. Otobüs terminalde durdu. Arabadan iner inmez bir baharat ve sarımsak kokusu karşıladı beni.

Otogarın köşesindeki büfeden yayılan sucuklu tost kokusu, çay bardaklarının şıngırtısı, hızlı hızlı mercimek çorbasını içen yolcuların telaşı. Derin bir nefes aldım. Jandarma kimliğimi kontrol etti.

Alüminyum büyük kapısından çıktım terminalin yüzüme keskin bir soğuk vurdu. Pardesümün önünü kapattım.

Erciyes dağına baktım heybetli ve karlıydı. “Başlamak bitirmenin yarısıdır” dedim kendime.

Bavulum elimde caddeye bıraktım kendimi.