Batsın bu dünya, bitsin bu rüya
Ağlatıp da gülene, yazıklar olsun
Dolmamış çileler, yaşanmamış dertler
Hasret çeken gönül, benim mi olsun.

Çocukluğumun ve gençliğimin yılbaşı günlerinde soğuk olurdu hava.

Bor’da caddenin üzerindeki buğulu camekanlı dükkanlara giderdik ailece. Anam akşama hazırlayacağı yemekler için alışveriş yapar babam et ve kuruyemiş seçerdi. Manavlarda tezgahlar dolu, dükkanlarda peynirler tenekelerinden yeni çıkarılmış.

Çıraklar koşturmacada, ustalar terazi başında hızlı hareketlerle tartarlardı. Dükkan sahiplerinin kulaklarında kurşun kalemler, defterlere kaydedilir alınanlar, ödenirse hemen, yoksa yılbaşından sonra alınırdı paralar. Belki birer ayakkabı kardeşimle bana. Bazı yıllar gömlek ve pantolon alınırdı bize.

Eğer o yıl gömlek ve pantolon alınacaksa bir gün önce çıkılırdı alışverişe. Çünkü anam o gömlek ve pantolonları üzerimize göre düzenlerdi. Her yılbaşı kardeşime ve bana yün dükkanından aylar önce aldığı iplikler ile kazak örerdi.

Öğleden sonra elimizdeki çantalar ile hızlı adımlarla evimize girerdik. Dışarıda puslu hava hızla soğurdu. Sokak lambalarının soluk ışıkları. Babam sobayı tutuşturur, anam yemekleri yapmaya başlardı. Genellikle unutulanlar olur, babam söylenerek tekrar gider alırdı onları.

Sobanın gürültülü sıcaklığı salonu doldururdu. Anam masayı kurar, babam köşesine oturur, bir kadeh rakı koyar radyoda klarnet ile oyun havaları. Banyo yakılır anam hızlıca yıkardı bizi güzelce giyinilir masaya oturulurdu.

Pencereden lapa lapa yağan kar, sokaklarda başıboş bir yalnızlık.

Radyoda oyun havalarının yerini yurttan sesler korosu alır, anam yemeklerimizi tabaklarımıza koyar masa belkide o yılın en zengin masası olurdu.

Babam huzurla rakısını içer hüzünlenir, gözleri buğulanır bizi seyrederdi uzun uzun.

Radyoda gecenin ilerleyen saatleri nihavent faslı. Salonda üzerimizde battaniyeler ile sabah uyanırdık kardeşimle, soba sönmüş anam masayı toplamış bulaşıkları yıkayıp yatmış olurdu.

O yıl ankaradaydık. Kış soğuk Ankara kömür kokulu gri sokaklarında karşılıyordu kışı.

Belediye otobüslerinde ellerinde market torbaları ile evlerine gitmeye çalışanlar, son dakikada alışverişi tamamlayanlar, eğlenceye giden şık giyimli gençler, protokol sokaklarında belkide sadece o gün tam bir sessizlik.

Penceremden karanlığı seyrediyordum. Koyu karanlığın ortasında sokak ışıkları. Kar yağıyordu, hafif bir rüzgar karı savuruyordu. Anam yanı başımda. Bugün hemşire yardımıyla banyomu yaptırmıştı.

Bir tahta sandalye. Küçük koğuşta üç kişiydik yatan. İki asker anaları yanlarında. En küçük ben o nedenle cam kenarındaki yatağı bana vermişlerdi.

Gri haki renkli koğuş. Anam yeşil bir kazak giydirdi bana.

Yatarken örüyordu, bitirmiş demek. Hemşire geldi yanımıza. Hızlı ama bilinçli adımlarla beni tekerlekli sandalyeye aldılar. Koridor geçtik, bir büyük salon.

Ortada bir masa hazırlanmış üzerinde kuruyemiş meyve suyu ve gazoz. Beni salonun camlı kösesine yerleştirdiler. Masaya ulaşabiliyordum. Bir dolabın üzerinde siyah beyaz televizyon.

Sonra diğer hastalarda geldi teker teker. Gelebilenler elbette. O salonda tek çocuk bendim.

Askerler, anaları, temizlik elemanları, hemşireler.

Televizyonda klarnet ile oyun havaları. Birkaç yıl öncesi aklıma geldi sobanın sıcaklığı ile geçen yılbaşı.

Babamın sevgiyle baktığını hatırladım. Suskun bir sürenin ardından salonda gülüşmeler kahkahalar başladı.

Tombala kartları dağıttılar hepimize. “Birinci çinkooo”tombalaaa” yemeklerimizi dağıtan göbekli kirli sakallı personel torbaya daldırıp elini, bekleyerek söylüyordu rakamları.

Anam hem benim hemde kendisinin rakamlarını takip ediyor, çıkan rakamların üzerine kuru üzüm koyuyordu.

Sonra sessizlik.

Televizyondan bir ses yankılandı.

Kemanlar, önde geniş yakalı bir gömlek ve ceket ile bir adam “ yazıklar olsun, kula kulluk edene yazıklar olsun. Batsın bu dünya.” Hepimiz bu şarkıya kapılmıştık.

İlk defa o gün dinlemiştim Orhan Gencebay’ı.

Gözleri doluydu hastaların. Hemşirelerde hüzün, dışarıda kar tipiye dönmüş pencerede buğu.

Anam saçlarımı okşuyordu ben gözlerindeki yaşı siliyordum.

Televizyona döndüm. Sonrada salonun kapısına.

Pardesüsü kar içinde bir adam, elini tuttuğu bir kız çocuğu. Babam. Yanıma geldiler.

Kardeşim bir renkli poşette hediye almış, elime tutuşturdu.

Babam elini uzattı öptüm elini.

Sarıldı öptü beni.

Hemşire onlarda meyve suyu verdi.

Babamın gözlerinde yaş.

Kim hatırını sorsa “oğlum ameliyat oldu.ilk defa bu yılbaşı ayrıyız” diyor. Dönüp bana bakıyordu.

Televizyonda oryantal gösterisi başladı.

Askerler utangaç yüzlerle döndüler televizyona. Hüzünün yerini arsız bir neşe aldı. Babamda gülüyordu artık, kardeşim koridorda sek sek oynuyordu. Pencereden fırtınalı kar yağışını seyrettim uzun süre.

Mahallemi, kasap Ali’nin çırağını, eşşek üzerinde yaptığımız sohbetleri, öğretmenimin şefkatli yüzünü düşündüm.

Çok yılbaşı geçti hayatımdan. O karlı hastane penceresinde geçen kadar yalnız kendimi hiç hissetmedim. Şimdi artık yalnız değilim. Ama bu kalabalıkta artık yılbaşıların yalnız olduğunu görüyorum.

Özlediklerim mesela o kadar çok ki. Hele anam.

Onu çok özledim.

Orhan Gencebay her yılbaşında dinliyorum, oryantal mutlaka izliyorum.

O Ankara soğundaki yılbaşında babamın karlı pardesüsünü ve anamın sıcak ellerini düşünerek hemde.