Geçen hafta, bir vesile ile Akdeniz Bölgesindeki bazı illere gitme fırsatım oldu. Eşsiz bir tabiatın ve oldukça verimli toprakların var olduğu bu bölge, geçmişte kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış olması nedeniyle de çok zengin bir somut kültürel mirasa sahip.

Bir başka deyişle, bölgede antik çağdan kalma ve yakın tarihe ait pek çok tarihi eser bulunmakta. Söz konusu eserlerin çoğu hala sapasağlam ve güzel korunmuş olsa da, hatırı sayılır eserin de bakımsız ve kaderine terkedilmiş olduğunu görmek üzüntü vericiydi. Özellikle antik çağa ait pekçok eserin kimini yel, kimini sel, kalanını da el almış...

Zannetmeyin ki bozulan, değişen veya kaybolan mirasımız sadece somut eserlerden ibaret. Kaleler, sarnıçlar, yerleşim yerleri, ibadethaneler ve bunlara benzer daha pek çok eserde olduğu gibi, bizi biz yapan örf, adet ve geleneklerimizde de değişim, bozulma ve yozlaşmanın olduğunu ne yazık ki müşahade ettim.

Kültürel, manevi ve ahlaki değerlerdeki bozulmanın en önemli sebeplerden birinin, bölgedeki demografik yapının oldukça hızlı ve kontrolsüz bir şekilde değişimi olduğunu düşünenlerdenim.

Artık Mersin, Adana ve Hatay gibi şehirlerin kalabalık sokaklarında ve çarşılarında yürürken Türkçe konuşan insanlara rastlamak neredeyse imkansız gibi. Hal böyle olunca da, bizi biz yapan değerlerdeki dejenerasyon elbette ki kaçınılmaz olmakta...

Bütün bu gerçekliklere rağmen, nadir de olsa, eskilerden kalma bazı güzelliklerin hala devam etmekte olduğunu görmek ise sevindirici.

Bu güzelliklerden birine, Tarsusta gittiğimiz bir pideci lokantasında rastladım.

Tarihçi bir arkadaşım ile gittiğimiz lokantada o yöreye ait enfes kuşgözü pideleriyle ve el yapımı ayranla karnımızı doyururken, arkadaşımın anlattığı ilginç bir anekdot oldukça hoştu. Onun dediğine göre, içtiğimiz ayran pidecinin hemen yan tarafındaki kahvehaneden getirilmişti. "Neden" diye sorunca da, şu cevabı verdi:

- Burası pide lokantası, ayran ve çay satan bir kahvehane değil. Yandaki mekan da pideci değil. Tarsus'da herkes asıl işiyle ilgili ürünleri satar. Komşusundan farklı işkolunda çalışan bir esnaf, komşusunun sattığı bir ürünü satarak onun rızkına mani olmaz. Böyle bir şeyi esnaflık ahlakına ve komşuluk hakkına aykırılık sayar...

Bu duyduklarım atalarımın esnaf ahlakının birebir aynısıydı ve bana Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul'un fethethinden önce bir sabah tebdili kıyafetle Edirne çarşısına gittiğinde başına gelenleri hatırlattı.

Bilindiği üzere Fatih Sultan Mehmet esnafın durumunu görmek için tebdili kıyafetle Edirne çarşısına gittiğinde, girdiği hiçbir dükkandan birden fazla ürün satınalamamış, dükkanına girdiği her esnaf “Ben sana sattığımla sabah siftahımı yapmış oldum, diğer istediğini de karşıdaki dükkandan al, o henüz siftah etmedi” diye cevap vermişti.

Atalarımızın yaşadığı dönemde ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlak en önemli değermiş. Esnaf hileye tenezzül etmez, namusu ile çalışır, meslek haysiyetine uygunsuz iş yaparsa itibarını ve hatta işini bile tamamen kaybedermiş. Bu nedenle de doğruluk, helal kazanç, hakka kanaat gibi meziyetlet asırlarca ticarette hakim olmuş.

Büyük İtalyan edibi Edmondo de Amicis'e ait kitapta geçen şu söz, Osmanlı zamanındaki Türk esnafının ahlakını anlatmaya yeter de artar bile:

“Bir Türk’e söylediği fiyat için sakın 'Biraz daha aşağı olmaz mı' diye pazarlığa girişmeyin. Bunu kendisine hakaret sayar ve 'Ben hırsız mıyım ki hakkım olmayan fahiş bir parayı sizden isteyeyim ve sonra pazarlığa girişeyim' der".

Günümüzde ticari ahlakın hangi noktaya geldiğini düşünürsek, Osmanlı torunu olmakla övünme hakkına sahip olmadığımızı kolaylıkla anlayabiliriz.

Keşke geçmişteki ticari ahlak ve anlayış zamanımızda da hala devam ediyor olsaydı...

Ne yazık ki, insanlığın henüz dünyevileşmediği, paranın sadece bir araç olarak görüldüğü, iktisadi ilişkilerde güvenin ve ahlak ilkelerinin hakim olduğu bir dönemden, materyalizmin esiri olduğumuz, paranın araç olmaktan çıkıp amaç haline geldiği, ahlaki ilkelerin ise hiçbir değerinin kalmadığı bir döneme evrildik...

İstisnalar haricinde, günümüzde yanyana iş yapan esnaflar birbirlerini kıskanmakta, birbirlerini komşudan ziyade rakip olarak görmekte ve hatta her fırsatta birbirlerini kötüleyip şikayetçi olmaktalar. Ne kadar acı...

Oysa ki Şair Nesimi ne güzel söylemiş;

“Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem.”

Esen Kalın...