TUBİTAK kuruluşumuzun 1967 yılından beridir çıkardığı bir dergi vardı “Bilim ve Teknik” dergisi. İşte o dergiyi, 1975 yılından 2000 yıllarının başına kadar sürekli alır ve okurdum. O yıllarda çıkan bilimsel yayınlar arasında bu derginin kalite ve içerik açısından emsallerinin içinde en kalitelisiydi diyebilirim.
Bilim ve Teknik dergisinin kaçıncı sayısındaydı şimdi hatırlayamıyorum ama okuduğum “Çin Sendromu” başlıklı bir yazı sanki bugün okumuşum gibi aklımda.
Orta yaşın üzerinde olanların gayet rahatlıkla hatırlayacakları iki kutuplu dünyada, ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında teknoloji yarışı had safhadaydı. Her iki blokta da 1940’lı yıllardan sonra başlayan bilimsel nükleer araştırmalar, bilim adamlarının düşünme sınırlarını oldukça zorluyordu. 1967 yılında Los Angeles dışında kurulmuş Ventana Nükleer Santralinde bir arıza çıkar ve bilim adamları bu arıza sonucunda bilim kurgu yönünde düşünceler sergilerler. Neticede; Nükleer Santralin reaktöründeki çekirdeğin reaktör kazanını eritmesi sonucunda çıkacak nükleer atıkların yeraltından su ve toprağa karışacağı ve etkisinin Çin’de görüleceği düşüncesinde hemfikir olurlar. İşte oluşacak bu felaketin adını bilim adamları “Çin Sendromu” koydular. Sonrasında 1979 yılında bu felaket senaryosunun, Jane Fonda, JackLemmon, Michael Douglas’ın birlikte oynadığı “Çin Sendromu” isminde filmini de yaptılar.
Esas konumuza dönecek olursak ABD eski dışişleri bakanlarından Condoleezza Rice’nin ulusal güvenlik danışmanı olduğu günlerde 2003 yılında kaleme aldığı makalede: “Ortadoğu’da Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırları değişecek”ifadesi, adeta Ortadoğu’da “Çin Sendromu”nun vücut bulmuş manzarasını gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Ortadoğu’da gerçekleşecek her türlü senaryo binlerce Km. Uzakta ABD’de yazılıyor, Ortadoğu’da uygulamaya sokuluyor.
Bu yazılmış senaryonun neticelerini günümüzde eşzamanlı olarak bizzat yaşıyor ve görüyoruz. 18 Mart 2010 yılında Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” olayları sonraki günlerde bütün Ortadoğu’ya sıçradı. Tunus, Mısır, Libya, Irak ve en sonunda Suriye’de cereyan eden olaylarda liderler değişti, bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
“Arap Baharı”nın neticelerini biz Türkiye olarak Suriye iç karışıklığından sonra hissetmeye başladık. Nedendir bilinmiyor, Suriye ile aramızda olan 911 Km. sınırımızdan Mayınları temizlettik! Bir üst paragrafta kullandığım “Eşzamanlı” kelimesi önemini işte bundan sonraki olaylarda kendini göstermeğe başladı. Mayınlar temizlendikten sonra Suriye iç savaşından ve bombardımanlardan kaçan söylentilere göre 4 milyondan fazla Suriyeli mayınların temizlendiği sınırımızdan Türkiye’ye girdi. Gelişen olaylar sonunda görüyoruz ki, Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın da söylediği gibi, bölgede patlayan bombalar, Suriye’den kaçan Iraklıları öldürmek için değil, o toprakları Suriyeli Araplardan temizlemek için patlatıldı. Onların yerlerine bir cumhuriyet Bayramında Kuzey Irak’tan topraklarımızı çiğneterek geçirdiğimiz Peşmergeler ve diğer bölgelerden gelen PKK’lılar yerleştirildi.
İran, Ermenistan sınırımızdaki mayınları da Avrupa Birliği fonundan gelen paralarla temizlettikten sonra ülkemizde, Suriyelilerle birlikte bugün İran ve Afganistan’dan gelenler dâhil 17-18 milyona varan yabancıyı barındırıyor ve besliyoruz. Türkiye’deki ekonomik krizin en büyük sebebi de bu.
Suriye’de bundan sonrası için gelişen olayların Türkiye’ye yansıması; Türk Milletine ağır bedeller ödeteceğe benziyor. Türkiye tarafından yerli ve milli olarak başlatıldığı söylenen 2. “Terörsüz Türkiye” açılımı, söylenenlerin aksine tamamen ABD, İsrail ve bebek katili Öcalan ürünüdür. Güya PKK silah bırakacak bunun göstergesi olarak sembolik manada silahlarını yaktılar. Türkiye’de Terör güvenlik kuvvetlerimizce zaten bitirilmişti. İran’da PEJAK, Suriye’de PYD/YPG unsurları silah bırakma eylemini kabul etmiyor. Kandil’de Cemil Bayık, Turan kalkan yeni anayasa taleplerinde bulunuyorlar. Gerekçeleri de oldukça ilginç: “PKK olarak biz yenilmedik, yenilen taraf barış teklif eder, o teklifi de bize Türk yetkililer yaptı” diyorlar.
İçlerinde İYİ Parti’nin olmadığı iyi ki de olmadı, Öcalan önderliğinde sözde: “Barış, Kardeşlik ve Demokrasi” adı altında 51 milletvekilinden oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun hiçbir yasal dayanağı olmamasına rağmen, komisyondan çıkacak kararların Türkiye’yi nereye taşıyacağı doğrusu merak konusu. Kulaklarımıza komisyondan yansıyan duyumlara göre mevcut anayasamızı ve Türkiye’nin üniter yapısını tehlikeye atacak kadar pervasızca konuşmalar geliyor.
Göz göre göre bütün bu olaylar etrafımızda oluşurken 28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Devlet Bahçelinin söylediği şu sözler sık, sık hafızalarımızı tırmalarken: “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecek, inşallah Türkiye değişmez” sözüne dualar etmekten başka elimizden bir şeyler maalesef gelmiyor.