Yokuş aşağı yolun, denize nazır bir kenarında, iki katlı evin alt katında bulunan kahvehanenin önünde, bir masada tek başına oturuyordu.

Saç, bıyık ve sakalı birbirine karışmıştı. Uzak bir masadan onu takip ediyordum. Bazen denizden gelen o ılık meltemi sanki vakumlar gibi ciğerlerine dolduruyordu.

Peş peşe üç çay içti ve kalktı, deniz yönünde yürümeye başladı. Kahvehane sahibi peşinden sesleniyordu.


"Kardeşim çay parasını vermedin!"
Onun umurunda bile değildi.

Ya da duymuyordu.

Hemen yerimden kalktım, kahve sahibine parasını verdim.

Ben de arkasından onu takip ettim.
Denize doğru çok yavaş adımlarla ilerliyordu.

Yürürken de sanki yanında biri varmış gibi onunla sohbet ediyordu.
"Biliyor musun, bu deniz milyon yıllardır burada."
Yanındaki adam sanki ona cevap vermiş gibi duruyor, ona bakıyor ve cevap veriyordu:
"Ne demek bizim denizimiz. Deniz kimsenin olmaz. Toprak da kimsenin olmaz. Mal bunlar. İnsanlığın ortak malı. Sen ne kadar değer verirsen o kadar değerlidir."
Yine kendi sözüne devam etti:
"Onun için "Mülk Allah'ındır." demişler. Sen niye sahipleniyorsun ki? Bu kadar mala niye bağlanıyorsun ki?"


Sonra ellerini cebine soktu, deniz kenarında bir kayanın üzerine oturdu.

Ufuk çizgisine gözlerini dikti. Dakikalarca oraya baktı.

Yanındakine yine bir soru sordu.
"Dünya düz mü?"
Rüzgâr biraz daha serinlemişti. Gökyüzü yavaş yavaş griden mora dönüyor, ufukta kaybolan güneşin son parçaları denizin üzerine serpiliyordu.

Adam, sanki içindeki fırtınayı susturmak ister gibi bir an gözlerini kapadı.

Sessizliği yalnızca dalgaların kıyıya çarpan yumuşak sesi bozuyordu.


“Dünya düz mü?” diye sormuştu az önce. Şimdi ise kendi cevabını mırıldanıyordu.

“Düz olsa, bir başı olur, bir de sonu. Dünyanın başı neresi?" diye soruyordu.
Sanki soruyu bana soruyordu.

Ama hâlâ sırtı dönüktü bana.

Bir an arkasına döndü.

Göz göze geldik. Gözlerinde büyük bir yorgunluk, büyük bir umursamazlık vardı.


“Takip etme artık,” dedi mırıldanarak.
Ne yapacağımı şaşırdım. Ne cevap vereceğimi bilemeden o yine konuştu:


“Burası benim son durağım.”
Ne demek istediğini anlayamadım.

Dalgalar, sakince kıyıya vurarak sanki onu çağırıyordu.

Birkaç saniye sonra adımlarını denize doğru attı.

Dizlerinin seviyesine kadar suya girdi, sonra durdu.

Dalgalar bir adım daha atmasını bekler gibiydi.

O ise birden geri çekildi, birkaç adım attı, sonra bir kahkaha attı, öyle bir kahkaha ki, neşeden çok kahkahaları yorgunluktan doğmuş gibiydi.

Kollarını iki yana açarak denize seslendi:
“Başı sonu belli olmayan, benim gibi kimsesiz deniz, ben geldim. Senin delin geldi!” dedi.


“Yoksa delilik, gerçeği görenlerin payına mı düşüyor? Söyle bana koca deniz. Beni bir anlayan sensin."


Yavaş yavaş kıyıya döndü, adımlarını kumların üzerine bırakarak yeniden kahvehaneye doğru yürümeye başladı.

Her adımıyla birlikte, sanki içindeki farklı biri konuşuyordu.


“Akıl,” dedi, “sadece insanın kendi hapishanesi. Herkes duvarlarını kendi örüyor.

Sonra da o duvarların arasında yankılanan düşüncelerine ‘ben’ diyor.

Akıl başkalarının beklediği gibi davranmak mıdır?

Başkasının veya çoğunluğun kabulü müdür?


Bir an durdu, denize dönüp soruyu kendine sordu:
“Ben kimim ha? Kimim ben?”
“Evet,” dedi, “hiçbir şeyim. Bir dalga kadar kısa, bir rüzgâr kadar yönsüzüm. Belki de bu yüzden mülk, mal, ad, unvan... Hepsi saçma geliyor bana.”

Kahvehaneye yaklaştığında, birkaç kişi hâlâ oturuyordu.

Onlar meraklı gözlerle ona baktı. Adam, bir sandalyeye oturdu.

Masadaki bir çay bardağını eline aldı, boştu. İçine baktı, sanki orada sonsuzluğu görüyormuş gibi derin derin düşündü.


“İnsan,” dedi, “boş bir bardak gibidir. Ne doldurursan onun rengini alır. Ama kimse bardak olmayı kabullenmez, herkes çay olmak ister.”


Gözleri yeniden uzaklara daldı.
“Belki de delilik, bardağın boş olduğunu fark etmektir.”


Adam başını kaldırdı, beni gördü.

Artık saklanmanın anlamı kalmamıştı. Yavaşça yaklaştım.

Masanın karşısındaki sandalyeye oturmamı eliyle işaret etti. Gözleri hâlâ denizin ötesindeydi, ama sesi bana dönüktü.


“Uzaktan izliyorsun beni,” dedi. “Niye? İnsan niye birini izler?”
“Merak,” dedim. “Biraz da endişe belki.”
Gülümsedi. “Merak, insanın en eski günahıdır. Âdem de merak etti.”


Bir süre sustu, sonra masadaki boş çay bardağını parmaklarının ucunda çevirdi.


“Biliyor musun,” dedi, “bu bardakla dünya arasında fark yok. İkisi de boş. Ama biz içine bir anlam doldurunca, ona varlık diyoruz.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece onu izliyordum.
“Boşluk mu diyorsun?” dedim sonunda.
“Evet,” dedi. “Hiçlik. Her şeyin özü. İnsan korkar ondan, çünkü sahip olduğu hiçbir şeyin aslında gerçek olmadığını anlar orada.”


Gözleri bir an benimkine kilitlendi.
“Sen korkuyor musun hiçlikten?”
Sustum. Cevap vermek istedim ama dilim dönmedi.

O devam etti:


“Ben korkmuyorum. Çünkü anladım ki, hiçlik Tanrı’nın dilidir. Evren konuşmaz, sadece susar. Biz o suskunluğu kelimelere çevirip anlam sanıyoruz.

Aslında her şey, denizin dibindeki taş kadar sessiz.”


Bir rüzgâr esti. Denizin üzerindeki ışık, masanın üstünde dans etti.

O, gözlerini kapattı.
“Bir gün,” dedi, “hepimiz o sessizliğe döneceğiz. Mülk de fikir de beden de... Geriye sadece yankı kalacak. O da sonsuzluğun kendi sesi.”


Bir an durdu, sonra bana döndü.
“Sen beni deli sanıyorsun, değil mi?”
“Sanmıyorum,” dedim. “Ama delilikle bilgelik arasındaki sınırın çok ince olduğunu düşünüyorum.”


O gülümsedi.


“Evet,” dedi. “Ben o sınırda oturuyorum işte. Bir tarafım çığlık, bir tarafım dua.”
Sonra başını denize çevirdi.


“Ve deniz… O hep aynı kalıyor.

Biz değiştikçe o bizi yargısızca kabul ediyor.”