İnsan, nefes aldığı sürece yaşıyor sanır. Oysa gerçek hayat, bazen nefes almayı bırakınca değil; hiç yaşamamış gibi hissedince başlar. Nice insan vardır ki, hayattadır ama ruhu mezarını çoktan kazmıştır kendine. İşte “ölmeden önce ölmek” dediğimiz şey tam da budur: Beden hayattayken, ruhun derin bir uyanışa geçmesi… Ya da tam tersi, kabuğuna çekilip dünyadan vazgeçmesi.
Ölmeden önce ölmek, içimizdeki benliğe yapılan bir yolculuktur. Sahte gülüşlerin, anlamsız hırsların, içi boş mutlulukların maskesini çıkarıp hakikatin çıplak yüzüne bakabilmektir. Çünkü insan, bazen her şeye sahip olduğunda değil; her şeyin boş olduğunu anladığında doğar yeniden.
Kimi bunu bir acıdan sonra yaşar. Bir kayıp, bir ihanet, bir hastalık ya da derin bir yalnızlık… Bir an gelir, aynaya bakarsın ve "Ben kimim?" diye sorarsın kendine. İşte o sorunun cevabı, hayatının en gerçek dönüm noktasıdır. Çünkü artık bildiklerin yetmez, sahip oldukların doyurmaz, gördüklerin tat vermez olur. Kalp başka bir şey ister: Hakkı, hakikati, huzuru...
İnsan, bu dünyaya sadece yaşamak için gelmez. Sınanmak, olgunlaşmak, anlamak ve sonunda teslim olmak için gelir. Lakin çoğu zaman bu gerçeği unutur. Gündelik telaşların, geçici sevdaların ve bitmek bilmeyen arzuların peşine düşerken ruhunu ihmal eder. Kalbi açlıktan ölürken, midemizi doyurmakla meşgul oluruz. Oysa esas açlık, ruhun yoksulluğudur. Ve hiçbir dünya nimeti onu doyuramaz.
Ölmeden önce ölmek, işte bu yoksulluğun farkına varabilmektir. Bir an gelir, paranın anlamı kalmaz. Şöhretin sesi kısılır. Kalabalıklar susar. Ve insan yalnızca kendisiyle baş başa kalır. İşte o sessizlikte, içinden bir ses yükselir: “Gerçekten yaşıyor musun?”
Kimi bu sesi bastırır, duymak istemez. Kimi de o sesin peşine düşer, karanlık bir ormanın içine girercesine korkusuzca. Yol uzun, dikenli ve zordur. Ama sonunda ulaşılacak olan şey bir ömürlük değil, ebedîdir.
Ölmeden önce ölen insanlar, bir sabah aynaya baktıklarında gözlerindeki parıltının değiştiğini fark eder. Artık dünya onları eskisi gibi heyecanlandırmaz. Daha çok susarlar. Daha çok dinlerler. Daha çok affederler. Çünkü anlarlar ki; bağışlamak, aslında kendini özgür bırakmaktır. Kırılmamak için değil, kırmamayı seçmek içindir bu hayat.
Her sabah yeni bir doğum, her gece küçük bir ölümdür aslında. Ve her gün bu döngünün içinde, ruhumuz ya biraz daha canlanır ya biraz daha ölür. O yüzden her sabah kendimize sormalıyız: Bugün hangi yanımı dirilteceğim? Hangi yükü bırakacağım? Hangi boşluğu hakikatle dolduracağım?
Çünkü ölmeden önce ölmek, ölmeden önce dönmek demektir. Kendine, Yaradan’a, gerçeğe... Ve bu dönüş, en büyük diriliştir.
Gerçek hayat, gözlerini kapatınca değil; iç gözünü açtığında başlar.