Zaman, insanın avuçlarından süzülen ince bir kum gibidir; durdurmaya çalışsan da parmaklarının arasından akıp gider. Her nefes, hayat defterine düşen görünmez bir çizgi… Ve biz, çoğu zaman bu çizgilerin nereye varacağını bilmeden yürürüz. “Mukadder son” dediğimiz şey ise aslında her insanın kendi sessiz yazgısının kapısına bıraktığı mühürdür.

Kimimiz hayatın kıyısında savrula savrula büyür, kimimiz koca bir kalabalığın içinde yalnızlaşarak… Ama herkesin içinde bir gün mutlaka yüzleşeceği o büyük hakikat saklıdır: Son, kimseye torpil geçmez. Ne bir adım erken gelir ne de bir saniye gecikir.

Yine de korkutmaz aslında bu son; asıl korkutan, ona varmadan önce içimizde yarım bıraktıklarımızdır. Söylenmeyen sözler, dokunulmayan eller, ertelenmiş umutlar, “belki yarın” deyip durduğumuz nice güzellik… İnsan, mukadder sona değil; yaşarken yaşayamadıklarına üzülür.

Bu yüzden, hayat bir imtihan olduğu kadar bir armağandır da. Kimseye verilmiş ikinci bir aynı gün yoktur. Gözyaşlarıyla sulanmayan yürek, eksik kalır; acıyla yoğrulmayan insan, olgunlaşamaz. Fakat kalbin derinlerinde hep bir ışık yanar: “Ne kadar karanlık olursa olsun, yolun sonunda bir anlam var.”

Önemli olan, bu anlamı bulup bulamadığımızdır. Çünkü mukadder son, bir bitiş değil; ardında bıraktıklarımızla şekillenen bir mirastır. Kimse sonsuza kadar yaşayamaz ama herkes ardında bir iz bırakabilir. Bir söz, bir iyilik, bir dua, bir gönül… Hepsi sonsuza uzanan sessiz köprülerdir.

Yıllar geçtikçe insan, mukadder sonun aslında bir korku değil; bir hatırlatma olduğunu fark eder. Her doğan gün, sana yeniden başlama fırsatı sunar. Her batış, “bugün de geçti, peki sen ne yaptın?” diye sessizce sorar.

Kimileri bu sorudan kaçar, kimileri ise cevabını hayatına nakış nakış işler. Çünkü bilirler ki, son ne kadar kesin olsa da yaşamanın güzelliği, bize verilmiş en büyük emanettir.

Bazen bir tebessümün, bazen bir helallik istemenin, bazen de içten bir sarılmanın bile günü gelir, değeri anlaşılır. Sonra anlarız ki, asıl pişmanlık ölümü düşünmek değil; yaşaması gerekirken yaşanamayan ömre mahkûm olmaktır.

İnsan, ardında yalnızca sözler bırakmaz; hâl ve hareketleriyle bir tarih yazar. Birinin kalbinde açtığı yara da, bıraktığı merhem de sonsuzluğa taşınır. Bu yüzden mukadder son, aslında bir muhasebe kapısıdır:
“Dünya denen bu kısa misafirlikte, misafirliğe yaraşır mı davrandın?”

Ve belki de en büyük sır şudur:
Son bizi beklerken, hayat bizi çağırır. Son kaçınılmazdır ama yaşamak bir tercihtir. Kimi ömrünü şikâyetle tüketir, kimi ise her günü bir armağan gibi taşır. Hangisini seçtiğin, sonunda nasıl hatırlanacağını belirler.