İnsanın içinde biriken yükleri vardır; bazen kelimelere dökülür, bazen sessizliğin koynunda saklanır. Söylemek istersin, anlatmak istersin, için yanarken dilin susar. Çünkü bilirsin: ne kadar anlatsan da kimse anlamayacaktır.

Dertlerini cümlelere dökersin, dinleyen başını sallar ama kalbine dokunmaz. Senin yaşadığını yaşamayan, senin acını taşımayan, senin yalnızlığını tatmayan nereden bilecek? Kalbindeki fırtınayı, gözündeki yangını nasıl çözebilecek?

Bazen kelimeler yetersiz kalır. Gözyaşların konuşur, sessizliğin haykırır, bakışların söyler… Ama yine de kimse anlamaz. İnsan kendi derdinin yabancısıdır başkasına.

Bir gün anlıyorsun ki aslında anlatmak için çırpındığın her şey, seni daha çok yaralıyor. Çünkü insanlar sadece duyar, ama dinlemez; sadece bakar, ama görmez; sadece susar, ama anlamaz.

Ve işte o zaman içinden şu cümle dökülür:
“Ne kadar anlatsam da kimse anlamıyor…”

Ama yine de insanın içinde gizli bir umut olur. “Belki bir gün biri gelir, gözlerime bakar ve söyleyemediklerimi görür” dersin. O umutla yaşarsın, o umuda tutunursun. Çünkü anlaşılmak, insanın en büyük ihtiyaçlarından biridir.

Ne kadar anlatsan da kimse anlamasa bile, kalemin anlar seni. Yazıya döktüğün her kelime, seni senden daha iyi bilir. Kâğıt, gözyaşını saklamaz; kalem, yüreğini gizlemez. İşte o zaman yalnızlığın biraz hafifler.

Ve belki de hayatın en güzel yanı budur:
Anlamayan kalabalıklara değil, anlayacak bir tek kalbe rastlamaktır.

Çünkü bazen bir tek insan, koskoca bir ömrün anlamı olabilir. Onunla konuştuğunda kelimelere gerek kalmaz; suskunluk bile anlaşılır, bakışlar tercüme olur. Ve anlarsın ki yıllardır aradığın şey, birilerinin seni duyması değil, gerçekten anlamasıymış.