Çocukluğumda yani zor zamanlarda, yeni yıl belki de yeni bir hayalin başlangıcıydı.
Anam sabah erkenden kalkar, babamı alışverişe gönderirken eline kurşun kalem ile yazılmış uzun bir liste verirdi.
Çocukluğumu yaşadığım her şehrin ya da kasabanın farklı iklimi karşılardı sabah bizi.
Niğde Bor’da salonun ortasında cumbadaki nakışlı perdeleri bile ısıtan büyük soba erkenden yakılır, üzerinde gürültüyle kaynayan çay, kenarlarda kızartılan ekmeğin ekşi yanık tadı.
Cumbanın divanına yanaştırılan masanın üzeri kahvaltı ile dolar, mutfakta kızartılan pişiler, haşlanmış yumurtaların üflenerek soyulan kabukları, bardakları sıcak su ile çalkalayarak doldurulan çayın kan rengi.
Babamın alel acele kahvaltı ederken annemin sık sık uyarılarına uymamız için bizi uyarıp göz kırpması ile biterdi kahvaltı.
Ankara’da da benzerdi sabah.
Galiba tek fark cumbanın yerine, pencereden sızan is ve duman kokusu. İzmir’de yağmur ve serseri bir rüzgâr olurdu penceremize vuran.
Babam kan ter içinde elleri pazar filesi, poşetlerden taşan pazar malzemeleri ile geri dönene kadar anam kitaplıkta sadece onun dokunmasına izin verilen bir yemek kitabını açar, mırıldanarak her okuduğu paragrafı dolapta arar bulur, mutfakta her birini bir düzen ile yerleştirir ve babamın gelmesini, beklerdi.
Babamın getirdikleri genellikle eksik olur, anam mutfak koşturmasından ara ara salona gelir, eksikler için babamı tekrar dışarı gönderirdi.
Kış günlerinde hava erken kararır, yapılan her bir yemek uzun uzun tertip ve düzeni anam tarafından kontrol edilen masaya yerleştirilir, dolaptan çıkarılan kenarları dantelli peçeteler, çatal kaşık takımları, salonun gümüşlüğündeki bardaklar çıkarılır yıkanır ve masa her dakika rengarenk ve nefis kokan bir tabloya dönüşürdü.
Çocukluğumda bu güzel masaya oturmadan önce babam radyoyu açar, masanın köşesinde kendine açtığı küçük bir alana iki rakı kadehi, bir parça peynir koyar, elma ya da portakal hangisi varsa birkaç dilim peynirinin yanında olur, radyoda çoktan sesler Korosu, babamın dudaklarında kâh şarkıların mırıldanması, kâh rakının ekşi tadı olurdu.
Anam yorgun koşturmacasını bitirir, üstünü değiştirir ve herkes masaya otururdu.
Babam ikinci dubleden sonra şarkılara daha yüksek sesle eşlik eder, bizim yediklerimizi neşe ile takip ederdi.
Saatler ilerler, yemekler soğur, masa dağınıklığa döner, cumbadan solgun ışıklı sokak lambalarının ışığında yağan kar şiddetini arttırırdı.
Gece yarısına doğru anam kendi diktiği bir torbadan tombalayı çıkarır, babam herkese para verir, torbada karıştırılan numaralar tek tek çekilir, birinci çinko, ikinci çinko tombala!
Her seferinde uyumak istemediğim sabaha kadar oturmak istediğim yılbaşı gecesi, bilmeden gözlerim kapanırdı.
Anam belki de sadece yılbaşı gecesine özel uyandırıp yatağıma götürmez, üzerimi örter, ses çıkarmamaya özen göstererek masayı toparlar ve herkes yatardı.
Sabah pencerenin köşeleri, çatılar, mahallenin çeşmesi ve sokaklar bütün gece boyunca yağan kar ile örtülürdü.
Yılbaşı’nın sonrasındaki gün, alel acele yapılan kahvaltı sonrası sıkı giyinen çocuklar kızaklarını alır ve sokağa yayılırlardı.
Kardan adam için havuç ve kömür, kızağa binmek için ceplerden hediye edilen kuruyemişler.
Bütün bir gün ellerimiz donana, analarımız bağırarak çağırana kadar, sokaklarda gürültülü bir şamataya teslim olurduk.
Bizim çocukluğumuzda yılbaşı temiz ve lezzetli masalar, neşeli oynanan tombala ve sabah tadını çıkardığımız kar eğlencesiydi.
Bembeyaz kar, temiz ve nefes alınabilen bir hava fakir ama neşeli bir yeni yıl kar yılı demekti bizim için.