Sıcak bir temmuz sabahında anamın göz yaşları içerisinde televizyona takılıp kaldığında bir şeyler olduğunu anlamıştım.

National marka siyah beyaz televizyonda zamanın Başbakanı Bülent Ecevit sol gözündeki artmış tiki ve yorgun yüz ifadesi ile “Kıbrıs Barış Harekâtı”nın başladığını duyuruyordu.

Tek kanallı televizyonumuzun balkonda köşede yerini almış kocaman bir anteni vardı. Soluk görüntüler nedeniyle bir süre anteni kontrol ettirdi anam bana. Değişmeyince oturduk karşısına saatler boyunca savaşın ilk ulaşan görüntülerini seyrettik.

Haber aralarında Hasan Mutlucan’dan kahramanlık türküleri ve Ayten Alpman’dan “bir başkadır benim memleketim”. İlk günün heyecanı sonrasında televizyon çocuklar için proğramlarına döndü, diğer programlarda yayına girdi.

Belli ki o yıllarda canlı savaş yayını çok ahlaki bulunmadı. Çünkü savaş acımasız ve can yakıcıydı. Propaganda yapmanın bile bir ahlakı vardı.

Savaşın olacağından ve bu çıkartmanın başlayacağından halkın çoğunluğunun haberi yoktu ama biz babam nedeniyle biliyorduk.

Babam Gülhane’de çalışıyordu ve Gülhane mümkün olduğunca gizli hazırlanıyordu.

Kliniklere karartma tedbirleri, yatak ve ameliyathane sayısında artış, etrafa uçaksavar bataryaları getirilmişti.

Tüm izinler iptal olmuş muhafız bölüğünün asker sayısı arttırılmış, hastaların çoğunluğu taburcu edilmişti. Birkaç gündür babam gece yarısında geliyordu.

Sabaha karşı yorgun ve sinirli gelip hemen yatıyordu. Uzun yıllardır üniforma giymeyen adam silahlı ve üniformalıydı.

Meraklı sorularımızı geçiştiriyor, evde geçirdiği zamanlarda uyumaya çalışıyordu. Harekatın başladığı ilk saatlerde evde değildi ve ilk ateşkese kadar eve gelmedi. Sakalları uzamış yorgun bir şekilde geldi bir gece eve.

Üniformasını çıkardı silahını sakladı, sigarasını yaktı, pencerenin kenarında uzun uzun ağladı. Beni görmedi, görünmedim, “evlatlarım, kardeşlerim” diyerek uzun uzun ağladı. Ben babamı bu kadar uzun ağlarken bir daha hiç görmedim.

Zor koşullarda, imkânsızlık içinde yapılan bu çıkartma hala birçok askeri okulda ders olarak anlatılıyor.

Önce İngilizlere kiralanan Kıbrıs adasından Türkleri kovmak için Enosis planı ile katliama başlayan Rum ve Yunan askerine karşı başlatılan bu harekât ile hem Türklerin hayatı kurtarıldı hemde Kıbrıs’ın Türkiye’ye bakan kısmı Türk hakimiyetine verilerek Türkiye’nin de güvenliği sağlandı.

Bu harekât ile diplomasi, ordu ve siyasi güç arasındaki mükemmel uyumgözler önüne serildi.

Türkiye bu harekatın anlatılması ve icrası sırasındaki başarıyı bir daha hiç gösteremedi. Ama galiba bunların hepsinden daha önemlisi, Türklerin savaş kazanma kabiliyeti Avrupa ve Amerikanın hiç işine gelmedi.

Bu gözlerinden kaçmıştı. Amerika ve Avrupa Kıbrıs Barış Harekâtına cevabını; Önce ambargo, ardından 1978 de PKK narkoterör örgütünün kurulması, anarşi ortamı ile Türk gençlerinin birbirine kırdırılması ve nihayetinde “Bizim Çocuklar” dedikleri generallere yaptırdıkları ile darbe ile verdi. Yani Avrupa ve Amerika Türkleri hiç affetmedi.

Bu harekatın üstünden geçen yarım asır sonrasında benim aklımda savaş sırasında bile ahlakı olan bir medya, babamın şehitler için döktüğü gözyaşları kaldı.

Peki Ülkemizin aklında ne kaldı?

Kocaman bir hiç.

Rauf Denktaş ölene kadar süren Kıbrıs Mücadelesi ardından taviz siyasetine döndü, harekattaki başarılı dış siyaset ciddi hatalar yapmaya başladı, Kıbrıs sadece 20 Temmuz'da birkaç mesaj ile hatırlanır oldu.

Büyük devletlerde milli çıkarlar devamlı ve unutulmaz bir şey anlamına gelir.

Büyük devletler kendilerine yapılan iyiliği de kötülüğü de unutmayıp cevabını verdikleri için büyüktür.

Oysa Türkiye Kıbrıs’ı unuttu kaderine terk etti.

Günlük kısır tartışmalara girerek yani içine kapanarak hayallerinden ve çıkarlarını savunmaktan koptu.

Babam boşuna şehitlerimiz için ağlamamış.

Olan o çocuklara oldu.

Bir de Türklerin savaşta bile unutmadıkları ahlakına.