Bugün mezarlığa ziyarete gittim. Sessizliğin içinde yürürken, orada yatan her bir mezarın ardında bir ömür, bir hikâye, bir hayal olduğunu daha derinden hissettim. Her biri bir zamanlar yaşamın içindeydi; gülen, umutlanan, seven, bekleyen insanlardı. Biz aslında bunu hep biliyoruz ama bazen hayatın telaşında unutuyoruz. Bugün, o sessiz taşların arasında dolaşırken, bunu bir kez daha hatırladım.

Orada sadece bedenler değil, yarım kalmış hayaller de toprağa gömülüydü. Belki gerçekleşmeyi bekleyen bir dilek, belki sevdiklerine söyleyemedikleri bir söz… Ölüm, sadece ölenin değil; geride kalanların da hayallerini sarsıyor. Çünkü bir insanın gidişi, onunla birlikte birilerinin mutluluğunu, umutlarını, hatta yarınlarını da götürebiliyor.

Mezar taşlarının soğukluğunda, geçmişin sıcaklığı vardı. Her isimde bir hikâye, her doğum ve ölüm tarihinin arasında bir hayat gizliydi. Kimi uzun yaşamıştı, kimi daha doyamadan gitmişti hayata. Ve ben o taşlara bakarken şunu düşündüm: Ne çok şey yarım kalıyor bir insan gidince… Bir şarkının nakaratı, tamamlanmamış bir mektup, verilmemiş bir cevap, tutulmamış bir söz...

O an fark ettim ki; aslında mezarlıklar, yaşayanlar için büyük bir ayna. Kendimize bakmamız, neleri ertelediğimizi görmemiz için sessizce konuşan bir yer. Hayattayken kıymetini bilmediğimiz şeyler, mezarlıkta yankı buluyor içimizde. Birinin kaybı sadece onun hayatına değil, geride kalanların yüreğine de gölge düşürüyor.

Ve belki de en çok şu cümle geçti içimden:
“Bir mezar, sadece toprağın altını değil, üstündekilerin de içini acıtır.”

Bugün o mezarlıkta sadece ölüleri değil, içimizde gömülü kalan duyguları da ziyaret ettim. Kendime dönüp baktım. Yaşarken sarılmadığımız, sevdiğimizi söylemediğimiz, affetmediğimiz her şeyin bir gün geç kalınmış olabileceğini hatırladım.

Bu yüzden bu yazıyı kendime bir not, hayata bir hatırlatma olarak bırakıyorum.
Çünkü aslında ölen sadece insanlar değil; birlikte hayal kuran kalpler, birlikte büyüyen umutlar da zamanla yavaşça göç ediyor dünyadan…