Yağmur sonrasında bir güneş açardı yaşadığı kasabada. Yeşeren, boy atan buğday tarlalarında telaşsız bir rüzgâr olurdu.
İlk yazın sulu ve yeşil mekanlarında sanki her seferinde yeniden kurulan saat zembereği gibi patlayan çiçekler ağaçlarda, diplerinde karıncalar, çiçeklere şehvetle sarılan arılar.
Bir yenilenmekti. Hep sevmişti o mevsimi çocuk. Kasabanın dar, şose taşı döşeli sokağından ve meydandaki çeşmeden ayrılıp bir meçhule doğru giderseniz aniden o heyecan ile sizi bekleyen tarlalara ulaşırdınız.
Etrafları üzerindeki yosunlar ile yeşile boyalı ve heyecanla koşturan kertenkeleler ile sarılmış taş duvarların içerisinde olanca güzellikleri ile heybetli meyve ağaçları.
Ağaçların dallarında gözleri kamaştıran çiçekler ve yukarıda bende buradayım diyen pırıl pırıl bir güneş.
Çocuk elinde bir sepet yağmurdan kabarmış ağaç diplerindeki topraktan çıkan salyangozları toplamaya başlar, onu gören salyangozlar o kabukların içine kaçışırdı.
Sepet hızla dolar, salyangozlar sepet içerisinde önce ürkek hareketler ile başlarını çıkarır, birbirlerini hissedince o korkularının yerini belki de bir teslimiyet alır, dolan sepetten dışarı çıkmayı akıl eden birkaçı dışında meçhule yolculuğu kabul ederlerdi.
Çocuk bir taşın üzerine oturur, karınca yuvasını seyrederdi bir süre. Karıncalar çok başka bir dünyaydı.
Bıkıp usanmadan tek düze bir yolculuk belki ama önlerine konulan her yeni engeli kısa sürelik bir telaşın sonrasında geçip hedefe doğru yürüyen bir ordu.
Herkes görevini biliyor, işini eksiksiz yapıyor. Sadece birbirlerine dokunup, sadece işini yapan bir düzen. Çocuk uzun süre seyrederdi. Hayallerinde uzak denizler, büyük şehirler olurdu.
Radyoda dinlediği radyo tiyatrosundaki şehir sesleri, çocuk mecmuasında okuduğu fotoğraflarını seyrettiği o ışıklı şehirler.
Bir sepet salyangoz ile önce çeşmeyi sonra mahallenin dar sokaklarını geçer, kasabanın merkezinde Atatürk heykeli, etrafındaki banklarda zaman geçiren yaşlılar, dükkanlardan kaçıp haylazlık yapan çırakların arasından geçer, dar bir apartmanın altında büyük sepetler üzerleri ıslak telisler ile örtülmüş dükkâna giderdi.
Dükkân sahibi küçük camlı kulübesinde kulağı daima radyoda, elinde kendi sardığı sigara. Sepeti hızlı hareketler ile teraziye boşaltır, kulağına sıkıştırdığı kalem ile arka cebinden çıkardığı deftere yazar ve parayı çocuğa verirdi.
O salyangozlardan alınan para ile hızlıca dondurmacıya gidilir, külaha rengarenk dondurma parçaları konur, yanında bir de limonata.
Bir yağmur günü mevsimlerden ilkbahar, tabiat çocuğa çocukluğunu hediye ederdi.
Yıllar geçti çok yıllar.
Çocuk büyüdü, hayal ettiği büyük şehirleri gördü. O şehirlerde geçen bir ömür.
O radyoda duyduğu şehir gürültüleri, okuduğu dergilerdeki hikayelerin kahramanı oldu.
Kahramanlık zor bir şeydir.
Tüm kahramanlar gibi yapayalnızdı. Hayallerin bazen mutlukları teslim almak gibi bir huyu olduğunu öğrendi.
O yağmur sonrası ilkbaharlar içinde kocaman bir hayal oluverdi.
Bu pazar o çocuk işte bir yağmur sonrasında çıkan güneşe bakıyor.
Bugün ondan önemli yazılar beklemeyin onun yüreği yazıyor.