Bazen insan, uzaklara gitmeden de gurbeti yaşar.
Kendi evinde bile yabancı hisseder kendini;
duvarlar tanımaz, aynalar susar, sesin yankılanmaz.
İşte o an, sıla dediğin yerin bir toprak parçası değil,
kalbinde bir huzur olduğunu anlarsın.
Sılayı ararken, adımların seni geriye götürmez aslında.
Zamanın içinde bir iz sürersin;
bir çocukluk kahkahasına, bir annenin kokusuna,
belki de bir akşamüstü güneşine.
Bir şehrin sokaklarını değil,
kaybettiğin duyguları ararsın gizliden gizliye.
Gurbet, bazen kilometrelerle ölçülmez.
Bir bakarsın yanındakilerle bile hasret çekiyorsun.
Gözlerinin önünde duran dünyada,
senin kalbin bambaşka bir yerde yaşamaya devam ediyor.
Belki bir eski şarkının içinde,
belki hiç dönülmeyen bir köy yolunda…
Kader, insana en büyük oyunu gurbetle oynar…
Bir bakarsın, bir mevsim geçer ama senin içinde kış hiç bitmez.
Ne ateş ısıtır, ne güneş.
Çünkü üşüyen şey tenin değil, yüreğindir.
Her gece aynı pencereye bakarsın,
belki bir yıldız kayar da dileğin tutar diye…
Ama yıldızlar bile senden kaçıyor gibidir artık.
Gözlerini kapadığında sılayı değil,
sılanın sessizliğini duyarsın.
Bir ezan sesi geçer uzaklardan,
bir köy kokusu gelir burnuna,
ama elin uzanmaz, yol yetmez, ömür yetmez…
İçin yanar, ama kimse bilmez;
senin derdin görünmez bir yaradır,
adını bile koyamazsın bazen: “hasret” dersin sadece.
Ve anlarsın;
gurbet sadece bir yer değilmiş,
bazen insanın kaderiymiş…
Kökün toprağında kalır da,
sen rüzgârla savrulursun başka diyarlara.
Sılayı ararken anlarsın;
insan, en çok kendine dönmek ister aslında.
Kırık yanlarını onarmak,
unutulan dualarını hatırlamak,
ve bir ses duyup “işte burası benim yerim” diyebilmek ister.
Ama bazen sıla, bulunmaz.
Çünkü sıla gitmiştir;
ya da sen, o sılayı içinde kaybetmişsindir.
Yine de umut tükenmez…
Bir gün bir rüzgâr eser,
ve sen farkına bile varmadan
içinde bir sıcaklık belirir.
İşte o an anlarsın:
Sıla, meğer kalbinde gizliymiş hep.