Aylardır Filistin’den gelen haberleri, görüntüleri, yorumları; okudukça, gördükçe sanki kalbimize kan taşıyan damarların tıkanması sonucu oksijen ve besin alamayan kalbin işlevini yitirmesi sonucuna benzer tepkiler veriyor bedenimiz. Göğsümüz sıkışıyor, ruhumuz daralıyor. Acısı bütün bedenimize sirayet etti.

Yüz yıldır kapanmayan bir yara bu. Elli üç yıllık ömrümde kendimi bildim bileli, İsrail’in planlı bir şekilde, aşama aşama Filistin topraklarını kemirerek tükettiği, semirerek büyüdüğü bir süreci izledik. Kâh gözlerimizden yaşlar aktı, kâh öfkemizden mitingden mitinge koştuk ama sonuç hiç değişmedi. İsrail hep aynı stratejiyi uyguladı kemirdi, semirdi ve biraz ara verdi geviş getirdi yani sindirdi.

Elimizden bir şey gelememesinden utanıyorum, acizliğimizden utanıyorum, dünyanın merhametsizliğinden utanıyorum ve insanlığımızdan utanıyorum. Uzaktan bakıyoruz acıya, gözünü kan bürümüş katilin gökyüzünden yağdırdığı bombaları televizyon ekranlarından seyrediyoruz. İsrail’in insanlık dışı uygulamaları, sözüm ona insan hakları diye feveran eden batılı ülkelerde bir ahlaki körlüğe dönüşmüş durumda.

Bizlerde acizliğimizden olsa gerek, hep hazırda bekleyen kahrolsunla başlayan sloganlarımızla yeri göğü inletiyoruz. Kendimizi teselli etmenin bir yolu bu herhalde. İsrail kemirmekten, semirmekten yorulunca, hazmetmek için zulmüne biraz ara verip geviş getirmeye başlayınca bizde sloganlarımızı, beddualarımızı naftaline sarıp kaldırıyoruz. Bir gün lazım olurda açarız diye. Bu kısır döngü hep böyle devam ediyor.

Biliyorum Filistin sorunu, tek başına ne bizim, ne İslam dünyasının sorunu, aslında bir insanlık sorunudur. Çocuklarını daha doğar doğmaz ölüme hazırlayan bir Filistinli ananın bir kör kurşunla öleceği günü beklemesi insanlığın ortak acısıdır. Bu sorun, yavrusunu kucağında ölüm ninnileri ile uyutmaya çalışan Filistinli kadının yeterince hissedilmeyen kederidir. Babanın evladını, gözünü kan bürümüş teröristlere karşı koruyamamasından dolayı düştüğü çaresizliğin adıdır. Kudüs, insanlığın öldüğü yerin adıdır.

Öyledir de aynı zamanda Müslümanların sığınaklarından başını dahi çıkarmadan Filistin için ağıt yaktıkları yerin de adıdır. Sığınaklarında, otoritelerini sağlamlaştırmak için kullanılan ülkenin de adıdır. Filistin, kendileri bütün ihtişamıyla, bütün konforuyla hayatlarını yaşarken sosyal medyadan, ya da altın işlemeli mikrofonlarından Ebabillere sipariş edilen, emanet edilen yerinde adıdır. İşte benim isyanım buraya.

Utancımdan bu konuyla ilgili yazı kaleme alamadım. Âmâ bir dostum yazmalısın diyince utana, sıkıla yazıyorum. Yazdığım yazı bir ebabil kuşu olur mu?

Emin değilim.

Kalbi çürümüş bir medeniyete, merhamet çağrısı işlevi görür mü? Dişine kan değmiş, kemirerek, semirerek büyüyen bir canavarı zulmünden vazgeçirir mi? Hiç sanmıyorum.

Ama bir şeyden eminim. Bizim acizliğimize rağmen, bizim vurdumduymazlığımıza rağmen, bize rağmen Filistin ölmedi hala yaşıyor.

O halde Sezai Karakoç’un dediği gibi:

“Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”

Kudüs’e biz layıkıyla sahip olamazsak da, oranın bir sahibi olduğu muhakkak.

O halde Filistin ve dahi Kudüs hep vardı, hep olacak.