Bir bahçede rengârenk çiçekler açardı.
Kimi sarının umudunu taşır, kimi kırmızının sevdasını…
Toprak, her sabah onları aynı şefkatle kucaklar, rüzgâr nazikçe saçlarını okşardı.
Güneş, her birine eşitçe ısı verirdi; ama bazı çiçekler, o ısının altında solardı.

Ezilmişti kimileri…
Bir adımın hoyratlığına, bir ilgisizliğin soğukluğuna kurban gitmişti.
Kökleri hâlâ can çekişirken, kimse dönüp bakmazdı onlara.
Oysa bir zamanlar o çiçekler de aynı bahçeye renk katmış, aynı havayı güzelleştirmişti.

Bahçede ezilen çiçekler, tıpkı kalbi kırılmış insanlara benzerdi.
Bir sözle yıkılan, bir bakışla solan, bir ilgisizlikle un ufak olan ruhlar gibi.
Kimi kendini toparlayıp yeniden yeşerir, kimi sonsuza dek küser toprağa.

Rüzgâr estiğinde, o ezilen çiçeklerin sesi duyulurdu aslında…
“Niye?” derdi biri, “Niye hep ben ezildim?”
“Niye kimse görmedi rengimi, niye kimse hissetmedi kokumu?”
Ama cevap yoktu.
Çünkü dünya, güzelliğe değil; güçlüye kıymet verirdi.

Bir köşede, solmuş yaprakların arasında hâlâ direnen birkaç çiçek kalırdı.
Onlar acıyı sessizce taşır, başını göğe kaldırırdı.
Kırılmışlardı ama kökleri hâlâ toprağa bağlıydı. Çünkü sevda böyle bir şeydi:
Acıya rağmen kök salmak, kırılmaya rağmen var olmaktı.

Her ezilen çiçek, bir sessiz haykırıştır aslında.
“Biraz daha sev, biraz daha dikkat et,” dercesine susar.
İnsanoğluysa çoğu zaman geç anlar kıymetini güzelliğin…
Dal kırıldıktan sonra gelir pişmanlık.

Ve bahçe
Bir gün, o ezilen çiçeklerin eksikliğini fark eder.
Renkleri solmuş, kokusu azalmış, sessizlik çökmüştür etrafına.
Çünkü hiçbir güzellik ezilerek yaşatılmaz,
Ve hiçbir kalp sevgisiz filizlenmez.